title
stringlengths
2
48
area
stringclasses
7 values
city
stringclasses
79 values
text
stringlengths
495
43.2k
Keloğlan'ın Oyunu
Ege Bölgesi
Denizli
Eveli bi Keloğlan varımış. Keloğlan gomşusu olan iki gadeşlere misafir olmuş. Ore gideken de eşenin götüne iki üç altın depmiş. Onla orda yer içeken bakmışla ki eşek altın sıçmış. Keloğlan’a sormuşla: - Bu ne ya Keloğlan demişler. Keloğlan da: - Bu eşek altın sıça böle demiş. Adamlar: - Bunu satalım demişle. Keloğlan da: - Satalım demiş. Sonunda eşeği yüksek fiyatla satmış, evine gideken: - Eşeğe çok yem verip çok su içiriseniz o gada çok altın sıça demiş. İki kardeş Keoğlan’ın dediğini yapmışla. Eşek yiye yiye ölmüş, gapıya dayaklanmış galmış, ayakları göğe gelmiş. Sabahleyin iki gardeş birbirinden habarsız iki anahtar almış gapıyı açmak için. Biri vamışmış öteki uğraşıp duru. Anahtar deliğinden bakmışla eşen nalları ışılep durumuş. Bunlar: - Tamam ya, eşek ahırı altınla doldurmuş, hadi ikimiz birden yüklenelim gapıya demişle. Yüklene yüklene gapıyı açmışla, bi de bakmışla ki eşek ayakları havada yatıyor, ölmüş. İki kardeş de: - Keloğlan’ı bulup öldürelim demişle. Keloğlan’ın evini bulmuşla. - Keloğlan nerede diye sormuşla. - Keloğlan çifte gitdi. - Nerde sürüyo? - Filan yerde. Bu arada Keloğlan tavşanın birini eve bağlamış, birini de kucağına alıp çifte götürmüş. Adamlar gelince orda tavşanın kulağına: - Misafirlerimiz va, bıllan şu yeme yapsın bu yeme yapsın, biz varıyoruz, git söyle demiş de tavşanı goyvermiş. Tavşan dağ olmuş. Adamlar : - Keoğlan tavşan eve varır mı? demişler. Keloğlan da: - Eve varınca görürsünüz demiş. Eve varmışla bakmışla ki Keloğlan’ın söylediği bütün yemekler hazır olmuş, tavşan da kapının önünde bekleyip durur. Adamlar: - Keloğlan biz eşeği unuttuk, sen bu tavşanı bize sat demişler. Tavşanı yüksek bir fiyatla satın almışlar. Evlerine gelip, tavşanı tarlaya götürmüşler. - Bıllan* şu yemekleri yapsın, bu yemekleri yapsın, acıktık, geliyoz demişle de tavşanı goyvermişler. Daha sonra tavşan dağ oluvermiş. Adamlar eve gelmiş: - Hanı yemekler, yapmadın mı? demişle. Gadın: - Ben sizin acıkıp gelceni ne bilem demiş. Adam: - Tavşan gelmedi mi? demiş. - Ne tavşanı? demiş gadın, Ben tavşan görmedim. Adam bu sefer yine: - Keloğlan’ı bulursam öldüreceğim demiş. İki kardeş varıyola, Keloğlan’ı bulup bağlıyorlar. Çayın üzerine asıyola. Ordan iki kardeş Cuma namazına gidiyoru. - Biz gelene kadar asılsın, sonra ipini kesiverelim demişler. Onlar namaza gidesiye gada, orda bi goyun çobanı vamış, koyunları güdüyomuş. Çoban gelmiş bakmış Keloğlan asılıp duru. - Noldu? deye sormuş. Bu arada Keloğlan da çobanın geldiğini görünce: - Almecen, almecen deyip bağırımış. Çoban: - Keloğlan noldu, ne almecen demiş. Keloğlan: - Ne olcak, bizim köyde zengin bir ağa var, ağanın da gızı var. O gızı illa bana verecek oldular. Benim başka bir sevdiğim var, o yüzden onu deyorun almecen deye demiş. Kızı bana zorla verecek oldular demiş. Çoban: - İn, in, ben seni gurtaren, ben alcen diyem, beni sen sansınla demiş. Ordan Keloğlan’ı gurtarmış çıkamış. Keloğlan’ı bağladıkları yere koyun çobanını asmışla. Keloğlan koyunları alıp gitmiş. Çoban: - Alcen, alcen deyip durumuş. İki kardeş namazdan gelmiş: - Sen daha ne alcen dep durun deyip ipi bi bıçak atıvemişle, kesivemişle. Çoban hadi olum güm diye çayın içine gaçıvemiş. Sonra iki kardeş beri yana gelmişle, Keloğlan bi kepenek geymiş, koyun sürüsü içinde gezip ba. - Keloğlan ne oluyoru bu durum demişle. Keloğlan: - Beni çaya attınız da kötümü ettiniz. Bak bir sürü goyun sabı oldum. Kepenem de goyunum da var. Bak bunları hep çaydan sürdüm de çıkarıvedim demiş. Kardeşler Keloğlanı kendimiz daktık, ipini kendimiz kesdik, çaya düştüğünü gözlerimizle gördük deyip, çobanı attıkları yere varmışla, birini oraya asmışlar, Keloğlan da ipini kesivermiş, adam çayın dibini boylamış. Keloğlan ötekine: - Sizin oğlan koyunları yalınız süremedi, sen de yardım et deyip onu da çaya atmış geçivemiş. Keloğlan da onladan gurtulmuş. Hindi hurdan geçti, gördünüz mü?   *bıllan: Hanım ablan
Köse Değirmenci
Ege Bölgesi
Denizli
Bir adam oğlunu değirmene göndermiş. Adam: — Oğlum köse olan yerde üğütme, köse fena olur, seni aldatır demiş. Oğlu da:  — İyi demiş. Oğlan birinci değirmene varmış, bakmış değirmenci köse. — Üğütmeyeceğim arkadaş, demiş de öteki değirmene geçmiş. Aynı köse koşmuş öteki değirmene varmış, değirmen sahibine: — Arkadaş sen kaybol demiş. Oğlan gelmiş: — Gel arkadaş ben varım beraber üğüdelim, demiş. Oğlan bakmış gene aynı köse: — Üğütmeyeceğim, demiş. Üçüncü değirmene varmış, köse de hemen dolanmış öbür değirmene çıkmış, o değirmenin sahibini de kaybetmiş. Oğlan üçüncü değirmene varınca: — Oğlum buradaki değirmenciler hep köse, kösesiz değirmen yok, sen köseden gocunuyorsun, ben biliyorum. Ama benden sana bir kötülük gelmez, gel de unu beraber üğüdelim demiş. Oğlan da bakmış ki kösesiz değirmen yok:  — Olur, demiş. Değirmene varıp bir dengini dökmüşler üğütmüşler. İkinci dengi üğünürken değirmenci:  — Oğlum acıktık, senin undan az bir ekmek yapalım da yiyelim demiş. Oğlan da: — Olur, demiş. Köse, koca bir tekne bulmuş gelmiş, içine azıcık bir un katmış, sonra da: — Az geldi, bir daha getir, bir daha getir derken unun dengini bir çörek yapmış. Oğlana da: — Oğlum bir hikâye anlatacağız, hangimizin hikâyesi üstün çıkarsa bu çörek onun olacak demiş. Oğlan da: — Olur Köse Amca, demiş ve başla sen, demiş. Köse başlamış anlatmaya: — Oğlum bundan üç sene önce bu değirmenin dibine bir kabak diktim. Kabağın kolunun biri Magrib’e biri Meşrib’e gitti. Mevsim geldi kabaklar oldu, varayım bir kabak keseyim geleyim dedim, Magrib’e giden kolun arkasından gittim, bir koca kabak buldum. Nacağı* kabağa bir vurdum nacak kabağın içine gömüldü. Arkasından ben de gittim kabağın içinde nacak ara. Öteye nacak ara, beriye nacak ara derken önümden bir adam geldi. Arkadaş sen ne arıyorsun? dedim.  — Ula serseri adam, ben bundan bir ay evvel kırk katar deve kaybettim, bunun birinin çilbirini* bile bulamadım. Serseriliğin lüzumu yok, hadi dön git evine dedi. — Ben de döndüm geldim, böylelikle nacaktan da olduk, eli kuru, eli boş çıktık demiş. Oğlan: — Bitti mi Köse Amca, demiş. Bu sefer oğlan başlamış anlatmaya: — Köse Amca, babam arıcıydı. Sabahleyin arıların kapısını açarız yayılırla akşam gelirler. Bir gün bizim bir topal arı vardı, o yok, gelmedi. Babama söyledim, baba bizim arı yok dedim. Babam: — Oğlum ayağının altına yumurtayı koy, neredeyse görürsün dedi. Yumurtanın üstüne çıktım, bir tanıdım, ta dünyanın öbür ucunda herifin biri bizim topal arıyı çifte koşmuş, çift sürüp durur. Babama: — Adam bizim topal arıyı çifte koşmuş, çift sürüp durur dedim. Babam: — Oğlum şal horozu* eğerle de git, al da geliver dedi. Şal horoza biniverdim, gittim arıyı aldım geldim. Ama eyer azıcık şal horozun beline dokunmuş: — Baba eyer horozun beline dokundu dedim. Babam: — Oğlum, balamurt sürt de ekiver dedi. Bir balamurt ektik, ula horozun belinde bir balamurt çıktı, Köse Amca, koca balamurt oldu. Yörükler aşağı geçerken dibine oturur, yukarı geçerken dibine otururken güzel samıralandı. Babama: — Bizim balamurdun dibi bütün samıra* oldu, ne yapacağız dedim. — Oğlum darı ek, dedi. Bir darı ekdim horozun beline Köse Amca, şu kadar. Bu darıya domuz dadanmış: — Baba domuz darıyı yiyor, ne yapayım dedim. Babam: — Oğlum bekle de öldür, dedi. Bir gün bekledim domuz geldi. Domuzu vurdum, bu domuz çok fenaydı. Bunun içini yarıp da kalbinde ne var ne yok bir bakayım dedim köse amca, domuzun kalbinden bir ferman çıktı. Bir okudum: — Okarki değirmenin yöre, aşakı değirmenin köre*, çok bok yemesin Köse Amca, sana versin çöre yazıpduru demiş. Köse: — Hadi, hadi al oğlum, al çöreğini demiş. Bir yanına çörek dengi sarmış da gelivermiş. *samıra: Hayvan gübresi. *aşakı değirmenin köre: Alttaki değirmen gözleri görmeyene. *çilbirini: Yularını. *şal horoz: Tüyleri kırmızılı siyahlı olan horoz. *nacak: Balta.
Akılsız Kurt
Ege Bölgesi
Denizli
Eskiden Hacivatlar denilen mahallede bir aile otururmuş. Malları, davarları çokmuş. Bu malları ahıra katmazlarımış. Hacivatlar'ın üstündeki yüksek tepedeki yüksek taşın başına bir keçi kaçıp yatmış. Gece yarısı gurt gelmiş, bunu yemek istemiş ve keçiyi arka kıçından yakalamış. Keçi: — Dur bakalım, ben ihtiyarım, sen beni yiyip de ne yapacaksın? Benim güzel güzel gezenlerim var, erkeçlerim var, ben sana onları getireyim, onlar daha etli, daha genç, sen onları ye, demiş. Kurt: — Olur, tamam, demiş, bırakmış gitmiş. Giderken keçiye adını sormuş, o da: — İslenti, demiş. Ertesi gün kurt yine o taşın başına gelmiş: —İslenti, diye bağırmış. Koca keçi de aşarı sürünün yanına inmiş, sürünün ortasına yatmış. Oradan seslenmiş — Koca keçi eskisi değil, uslandı, demiş. Etrafta ne kısır var, ne çepiç var, hiçbir şey yok. Kurt oradan dönmüş, giderken Hacıkurtlar’daki Namazla denilen yerde Hacı Süleyman’ın atı yayılıp durumuş. Kurt ata yaklaşmış: — At ben seni yiyeceğim, demiş. Bunun üzerine at da: — İyi ama ben çok güzel, ırafan* yürürüm. Sen beni bir kere gör, bana bin, ondan sonra beni ye, sonra ye, demiş. Kurt: — İyi, deyip galgımış, arbınmış ata binmiş. Atı sürmüş, at biraz yürüdükten sonra bir göt atmış, kurt olduğu gibi çalının, pıynarun* içine devrilmiş. Kurt ordan çıkmış beri yana gelmiş, bakmış bir katır yayılıp durur. Katıra yaklaşıp: — Ben seni yiyeceğim, demiş. Bunun üzerine katır da: — İyi ye ama benim ayağımın altında bir güzel yazı var, sen onu oku da beni öyle ye, demiş. Kurt: — İyi, demiş. Katır ayağını kaldırmış, kurt tam okurken katır kurdun çenesine bir tekme yapıştırmış, kurdu yüz yukarı düşürmüş. Katır galgımış da geçivermiş. Kurt ordan kalkmış, beri yana gelmiş, bir koyun yayılıp durur. — Koyun ben seni yiyeceğim, demiş. Koyun da: — İyi ye ama ben bir güzel oyun bilirim, bir oynayıvereyim de sen beni öyle ye, demiş. Koyun öteye tüymüş, beriye tüymüş bir galgımış koca taşın başına çıkıvermiş. Kurt koyuna: — İn, in, demiş, indirememiş. Onu da bırakmış, Akşar’ın karşısında Değirmenburnu denilen bir yer var, oraya gelmiş. Ama açlıktan pili de bitmiş. Orada kendi kendine söyleniyormuş: -— Buldun bir et, yeye yanına yat. Ule cambaz mıydın atı koşturacak. Buldun bir katır ye etini kıtır kıtır, ule katip mi olacaktın yazısını okuyup da. Buldun bir koyun, ye etini doyun doyun, ule köçek miydin koyunu oynatıp da bakacak, demiş. Böyle kendi kendine konuşurken ordaki değirmenci çıkmış: — Ule arkadaş, gel buraya, demiş. Kurt inmiş gelmiş. Değirmenci kurda: — Sen ne diyorsun, ne anlatıyorsun, demiş. Kurt da: — Ule arkadaş, ben açlıktan öldüm, bittim diye başından geçenleri değirmenciye anlatıvermiş. Değirmenci: — Boş ver, biz ikimiz değirmen bekleyelim, kümbe yapıp yiyelim, sen bana yoldaş ol, hem ben bir güzel sele, sepet örerim. Sen de bana yardımcı olursun, demiş. Ondan sonra güzel bir kümbe yapmış. Kurdun karnını doyurmuş, başlamışlar sele örmeye. Değirmenci selenin içine kurdu oturtmuş: — Ben seleyi nasıl örüyorum sen iyi bak, demiş. Değirmenci seleyi örerken kurttan yukarı geçince selenin ağzını bir büzmüş, kurt içinde kalıvermiş. Değirmenci seleyi omuzlamış, yukarı tepenin başına götürmüş. Ne kadar köpek varsa çağırmış, köpekler koşarak gelmişler. Değirmenci seleyi bir yuvarlamış, köpekler seleyi parakunduz* etmişler. Kurdu selenin içinden çıkarmışlar, sıkmışlar.   Irafan: Rahvan Pıynar: Dikenli çalı, pırnar ağacı Parakunduz: Parça pinçik
Kötü Kalpli Üvey Anne
Ege Bölgesi
Denizli
Bir adamın hanımı ölmüş, iki çocuğu ile kalmış. Adam tekrar evlenmiş. Üvey anneleri istemiyor diye çocukları dağa atmış. Çocuklar dağda kalmış. Karşıda bir ışık görmüşler, sabaha kadar oraya varmışlar. O ışığın olduğu yere gitmişler. Varmışlar varmışlar bir koca karı görmüşler. O koca karı da devin karısıymış. Dev gezmeye, yaylamaya gitmiş. Koca karı: —Yavrum siz ne aradınız, nasıl geldiniz buralara demiş. Çocuklar da böyle böyle oldu diye olup biteni anlatmışlar. Kadın: — Şimdi dev gelir, siz sandığın içine girin demiş. Onların karınlarını doyurmuş, yedirmiş, içirmiş sandığın içine koymuş. Daha sonra dev gelmiş. Dev eve aç gelmiş, o zaman içinde hiçbir av bulamamış, eve aç dönmüş. Dev: — İnsan eti kokuyor burada demiş. Kadın: — İnsan eti ne arasın burada, sen deli misin? derken dev bir geğirme yapmış, dişinin dibinde koca bir insan budu varmış, o but larkadak çıkmış ortaya. Kadın: — İşte gördün mü, kokan o but imiş, insan ne arıyor burada demiş. Kadın çocukları korumuş, onları yedirmemiş. Sabahleyin dev yine ava gitmiş. Ava gidince kadın çocukları sandıktan çıkarmış, yine bir güzel yedirmiş içirmiş. Sonra çocuklara bir tarak, bir sabun, bir de kil vermiş. — Çocuklarım dev sizi kokunuzdan, izinizden bulur. Siz onu görünce tarağı atın, aranızda hemen bir dağ olur. Dev dağdan aşana kadar siz kaçarsınız. O size yaklaşır, o zaman sabunu atarsınız, aranızda çökeklik, bataklık oluşur demiş. Bu da devi bir zaman oyalar, ordan zor geçer. Ondan sonra dev size yaklaşınca kili atın, o zaman aranız bir deniz olur ve siz kurtulursunuz demiş. Kocakarının dediği gibi dev hemen çocukları görmüş, onlara hücum etmiş. Çocuklar bakmışlar ki dev geliyor, hemen tarağı atmışlar, araları bir dağ olmuş. Gitmişler, gitmişler çocuklar kaçarlarken bir de bakmışlar ki, dev yine onlara yaklaşmış. Bu sefer sabunu atmışlar, araları bir bataklık, çökeklik olmuş. Dev buradan zor geçmiş, bir zaman oyalanmış. Çocuklar yine kaçmışlar. Ondan sonra giderlerken bir bakmışlar ki, dev yine geliyor. Bu sefer de kili atmışlar, araları bir deniz olmuş. Dev kalmış çocuklar kurtulmuşlar. Çocuklar kaçarlarken karşılarından bir atlı gelmiş. Heybesinde de altın varmış. O atlı çaydan geçecekmiş. Çaya dalınca adamı çay almış da gitmiş. At ise yüzmüş çıkmış, heybe atta kalmış. O heybe de altın ile doluymuş. Çocuklar bu atı hemen çekmişler, ata binmişler. Kız altının birkaç tanesini tamah edip ançasına takmış. Ordan evlerine doğru gitmeye başlamışlar. Gide gide köylerine yaklaşmışlar. Horoz: — Gıgık altınlı bıllam gelik gelir demiş. Üvey anne: — Kışt domuz, altınlı bıllan gelecek yere mi gitti demiş. Derken kız ve oğlan gelmişler, altlarında at, bir heybe altın ile gelmişler. O zaman üvey anne: — Ooo, buyurun buyurun yavrularım demiş. Ama bu sefer çocuklar kabul etmemişler. İki kardeş başka bir ev tutmuşlar orda yaşamışlar. Sonunda kız padişahın oğluyla, oğlan da padişahın kızıyla evlenmiş. Kendilerini kurtarmış gitmişler. *çökeklik: çukurluk, uçurum *gıgık altınlı bıllam gelik: gıgık horozun ötüş sesi, bılla yörede hanım ağa, abla demek, gelik: geliyor  
Herkes Herkesten Farklıdır
Akdeniz Bölgesi
Hatay
Uzun zamanlar önce tarlanın birinde bir eşek varmış. Ot yer yaşar, arada bir de anırır, tarladakilerin kulağını ağırtırmış. Uzun süre sonra eşek anırdığı zaman tüm herkes kulağını kapatıyor, eşek sussun diye önüne ot koyuyorlarmış. Bu durumun farkına varan eşek sesimi bir düzene sokmalı ve daha güzel hale getirmeliyim diye düşünmeye başlamış. O sırada bir çekirge atlamış önünden. Öyle güzel sesi varmış ki eşek kıskanmış. Eşek çekirgeye doğru eğilmiş. - Çekirge kardeş ben sizin gibi ötmek isterim. Bunun için ne yapmalıyım söyle bakalım demiş. Çekirge şaşkın bir şekilde - Ne bileyim ben, doğduğumdan beri hep böyle öterim demiş. Eşek: - Peki ne yiyip içersiniz. Belki sizin yediklerinizi içtiklerinizi alırsam sesim size benzer demiş. Çekirge - Biz çiçeklerin üstündeki çiğlerden yeriz demiş. Eşek sevinmiş ve o günden sonra sadece çiçeklerin üzerindeki sudan içmiş. Zamanla sesinin düzeleceğini düşünen eşek açlıktan ölmüş. 
Sitlevleşen
Akdeniz Bölgesi
Hatay
Bir varmış bir yokmuş. Çok eski zamanların birinde bir ülkenin görkemli bir padişahı varmış ve padişahın gözbebeği bir tanecik oğluymuş. Günlerden bir gün küçük prens sarayın bahçesinde top oynarken topu oradan geçen yaşlı bir kadına çarpmış ve kadının elindeki su testisi yere düşüp kırılmış. Kadın sinirle prense - Allah seni Sitlevleşen’in aşkına düşürsün. Diye beddua etmiş. Aradan yıllar geçmiş prens büyümüş genç bir delikanlı olmuş. Büyüdükçe Sitlevleşen’in aşkıyla kavrulmaya başlamış. Ona ulaşmak için onlarca insanla konuşmuş. Fakat herkes prense, Sitlevlesen’e ulaşmak imkansızdır demiş. Prens hiç kimseyi dinlememiş ve Sitlevleşen’i aramaya karar vermiş. Yanına yolda kendisine yetecek kadar su ve yemek alıp yollara düşmüş. Günlerce yollarda yürümüş durmuş. Bir gün yolda saçı sakalı birbirine karışmış yorgun bir dev görmüş. Deve çok acımış ve ona iyilikle yaklaşıp saçını taramış, sakalını kesmiş, devi temizlemiş. Sonra da sohbet etmeye başlamışlar. Dev: - Nereye gidiyorsun böyle? Demiş. Prens: - Sitlevleşen’i arıyorum. Bana yardım eder misin? Demiş. Dev çok şaşırmış. Ona - Senin adına çok üzüldüm, boşa yola düşmüşsün. Ona ulaşmak imkansızdır. Yine de sana yardım etmek isterim. Buradan dümdüz gidip dağları geçeceksin. Dağların ilerisindeki gölde ablam yaşar. Onun yanına git o sana yardım edecektir. Ablam çok tehlikelidir. Ona yaklaşmanın tek bir yolu var. Ablamın yanına hiç fark edilmeden yaklaşıp onun sütünü emmen gerek çok dikkatli ol. Demiş ve prensi uğurlamış. Prens yine günlerce yürümüş ve sonunda devin ablasını görmüş. Onun yanına usul usul yaklaşmış. Fark edilmeden sütünü emmeyi başarmış. Abla dev: - Seni öldürmeliyim ama sütümü içtin. Sen artık benim oğlumsun. Söyle ne istiyorsun benden? Demiş. Prens: - Sitlevleşen’i arıyorum, demiş. Abla dev: - Ya demek öyle, o zaman dinle. 3 gün 3 gece yürüyeceksin. Karşına koskocaman bir portakal ağacı çıkacak. O portakal ağacını kırk tane dev koruyor. O devler tam öğlen saati uyurlar. Zamanı bekle. Uyudukları zaman başlarında sinekler uçuşur. Uyduklarından emin olunca ağaca bir tane taş at. Kaç tane portakal düşerse hepsini al ve arkana bile bakmadan hemen oradan kaç, demiş. Prens dediği gibi üç gün yürümüş sonunda koca portakal ağacına yetişmiş. Uzun süre beklemiş. Sonunda öğlen olmuş ve devler uykuya dalmış. Başlarında sinekler uçuşmaya başlayınca prens ağaca bir taş atmış. Ağaçtan üç tane portakal düşmüş. Prens portakalları alıp kaçmaya başlamış. Saatlerce koşmuş. Su içmek için durduğunda hiç suyunun kalmadığını fark etmiş. Elindeki portakallardan birini yemeye karar vermiş. Portakalı açınca içinden güzeller güzeli bir kız çıkmış. O da: - Bir damla su. Bir damla su demiş ve patlayıp ölmüş. Prens ikinci portakalı açmış. Ondan da çok güzel bir kız çıkmış. O da: - Bir damla su. Bir damla su demiş ve patlayıp ölmüş. Prens susuzluktan ölse bile bir su kaynağı bulmadan son portakalı açmamaya karar vermiş. Uzun bir süre yürüdükten sonra bir kuyu görmüş. Portakalı açmaya karar vermiş. Bu portakalın içinden de çok güzel bir kız çıkmış. Kız - Bir damla su. Bir damla su demiş ve prens de ona kuyudan su vermiş. Kız canlanmış ve prense teşekkür etmiş. Kız ve prens sohbet etmeye başlamışlar. O sırada kuyuya sarayın bir hizmetlisi su doldurmaya gelmiş. Prens ve kız yakalanmamak için hemen bir ağaca tırmanmışlar. Elinde testilerle kuyuya gelen hizmetli suda çok güzel bir kız yansıması görmüş. Yansımanın kendine ait olduğunu sanmış fakat kız gülmeye başlayınca bunun kendisi olmadığını anlamış. Arkasındaki ağaca bakmış ve prensle güzel kızı görmüş. Onlara: - Bana yardım edin ben de yanınıza geleyim demiş. Prens ve kız, hizmetlinin yanlarına tırmanmasına yardım etmişler. Fakat hizmetlinin niyeti farklıymış. Onları çok kıskanmış. Prensin kafasını okşamak bahanesiyle kafasına bir toka takmış. Tokayı takınca prens kuşa dönüşüvermiş. Güzel kızı da saraya cariye olarak götürmeye karar vermiş. Saraya gelmiş güzel kızı padişaha taktim etmiş. Padişah ta bu yabancının boş bir odaya hapsedilmesini, altına üstüne bir hasır açılmasını emretmiş. Güzel kızı odaya hapsetmişler. O akşam kuş onu ziyaret etmeye gelmiş. Ona: - Sitlevleşen Sitlevleşen yaşantın nasıldır Sultan’ın yanında, demiş. Güzel kız: - Üstüm hasır altım hasır ey Yusuf, demiş. Kuş uçup gitmiş. Her gün aynı saatte yine geliyor ve hep aynı soruyu soruyormuş. Bu konuşma sarayın tek eğlencesi haline gelmiş. Herkes kuşun geleceği saati bekliyor hiçbir iş yapmıyormuş. Bu durum padişahın kulağına gitmiş. Padişah ta kızın altına ipekler sarın üstünü de ipeklerle örtün diye emir vermiş. Kendi de yatağın altına saklanıp kuşun gelmesini beklemişi. Kuş gelmiş yine aynı şekilde - Sitlevleşen Sitlevleşen yaşantın nasıldır Sultan’ın yanında, diye sormuş. Güzel kız: - Altım İpek üstüm İpek ey Yusuf demiş. O sırada padişah yatağın altından çıkıp kuşu yakalamış. Kuşun kafasındaki tokayı fark etmiş. Tokayı çıkarınca kuş bir anda oğlu prense dönüşmüş. Padişah sevinçten ağlamaya başlamış, ona sıkı sıkı sarılmış. Daha sonra baştan sona bütün hikayesini dinlemiş ve Sitlevleşen’in aşkına inanmış. Prensle Sitlevleşen’i evlendirmeye karar vermiş. O günden sonra kırk gün kırk gece düğün yapılmış. Sitlevleşen’in aşkı dilden dile yayılmış.
Geyik Oğlan
Ege Bölgesi
Denizli
Varmış, yokmuş. Eskiden bir adamın hanımı ölmüş. İki tane çocuğu kalmış. Birisi oğlan, birisi kızmış. Adam bir gün yeniden evlenmiş. Bu üvey ana çocukların atılmasını istemiş. Kocasına: - Bunları kaybedeceksin demiş. Adamcık düşünüş, ne yapsın, sonunda: - Ben bunları dağa atayım geleyim demiş. Çocuklarını, eşeği almış: - Oduna gidiyoruz yavrularım diye dağın başına çımışlar. Çocuklarına: - Siz burada durun, ben odun kesip geleyim demiş. Oraya bir kabak alıp gitmiş de asıvermiş. Rüzgâr estikçe kabak tın tın dermiş. Kabak tın dediği zaman da çocuklar: - Babam daha odun kesiyor diye düşünürlermiş. Aslında babaları onları bırakmış gitmiş. Nihayet akşam olmuş, çocuklar geceye kalmış. Çocuklar gece dağda bir geyik izi bulmuş. Oğlan çocuğu bir geyik izinden su içmiş, sonra da o bir geyik olmuş. Kızkardeşiyle ikisi dağlarda aç susuz gezmişler. Bulduklarını yeyip içerlerken bir köye gelmişler. Köyde bir çeşme varmış, çeşmenin başında büyük bir selvi ağacı varmış. Sabaha doğru geyik oğlan dağa gitmiş, kız da selvinin başına çıkmış. Köyün gençleri bakmışlar ki nur topu gibi güzel bir kız var, bunun inmesini istemişler. Bir türlü indirememişler. Balta getirmişler, akşama kadar keserlermiş, selvi yıkılmazmış. Çünkü gece olduğunda geyik gelip kesilen selviyi yalarmış. Selvi yine eski haline dönermiş. Gençler de bir türlü selviyi yıkamazlarmış. Sonunda kocakarının birisi: - Ben bu kızı indirivereyim demiş. Gençler: - Kız kocana, nasıl indirirsin demişler. Kocana: - İndiririn demiş. Gençler: - Hadi ne istersen sana alıverelim demişler. Selvinin yanına gelmişler. Kocakarı ekmek aletlerini almış gelmiş. Eleği ters turarmış, sacı ters tutarmış, yasdeci ters tutarmış. O kız da selvinin biraz aşarısına inmiş de onu seyredermiş. Kız: - Nine, bilemedin dermiş. Kocana: - A yavrum gözüm görmüyor, bilemiyorum nasıl yapılacak dermiş. Kız: - Nine olmuyor derken, kızın ruhu sıkılmış, selviden aşarıya inmiş, nineye şunu şöyle yap, bunu böyle yap derken, zaten gençler önceden saklanmışlarmış, ordan çıkıp kızı yakalamışlar. Kıza: - Biz bu selviyi akşama kadar kesiyoruz, sabah geldiğimizde eski haline dönmüş oluyor. Bunun sebebi ne? Anlatıverirsen anlat, yoksa seni öldüreceğiz demişler. Kız: - Benim kardeşim var, o bir geyiktir. Gece o gelip selvinin kesilen yerlerini yalıyor, o yalayınca selvinin yarası kapanıyor demiş. Gençler: - Geyiği bize yakalayıver, yoksa seni öldüreceğiz demişler. Kız: - Yakalayıvermem dese de, kızı korkutmuşlar. Sonunda kız selvinin dibinde beklemeye başlamış, akşam olunca geyik gelmiş, gençler geyiği yakalamışlar. Geyiği kesmek istemişler, ama geyiği bir türlü kesemezlermiş. Yine kızı: - Bu geyik niye kesilmiyor, bak seni öldürürüz diye sıkıştırmışlar. Kız da: - Kesil kardeşim demiş. Kız böyle söyleyince, geyiği kesebilmişler, bu sefer de yüzememişler. Kızı gene sıkıştırmışlar, geyiği yüzmüşler. Daha sonra da geyiği afiyetle yemişler. Kız bu sefer de: - Su dökemeyin, yediğiniz geyik karnınızdan çıkmasın demiş. Kız bu sözü onlara söylemiş, onların da hepsi ölmüş, kırılıp gitmişler.
Kel Ali Bey
Ege Bölgesi
Denizli
Eveli bir Kel Ali Bey varımış. Kel Ali Bey Türkiye’de idare olamamış. Buradan kalkıp hadi İran’a varmış. İran şahını görmeye. Sora sora şahın sarayını bulmuş. Şahın sarayına çıkmış varmış. Selam vermiş oturmuş. Bi çay içtikten keri: — Ne geldin oğlum demiş, İran padişahı. — Şevketlim, ben Türkiye’de aç kaldım, bene bi ekmek demiş, Kel Ali Bey. Şah hızmatçısına çağırmış: — Buna bi vapır kırmızı fes dolduruven de Türkiye’de satsın, idare olsun, demiş. Kel Ali Bey’e bi vapır kırmızı fes dolduruvemişle, almış gelmiş Türkiye’de satmış. Bunun parasına bi vapır almış. — Ben vapırı aldım ya, İran şahının kendisini çalsam gelsem nasıl oluku acaba, demiş. Vapırı almış, şahı çalmaya gidiyo. Gideke kaptana demiş: — Biz vapırın içine giresek hemen sen sür demiş. Gersingeri İran’a varmış. İran şahına varmış. Şah: — Oğlum ne geldin gine, demiş. — Şevketlim, senin verdiğin kırmızı fese vapır aldım, benim vapır güzel mi, çikin mi bakıve di sene geldim demiş. - Hadi bakam, dimiş o da. Kaptana da dimiş: — Hemen sür di. Buna vapırın içine gelmişle girmişle. İran şahına şu vapır güzel mi, şu vapır çikin mi dirke, vapır gidip gide denizin içine, nere atcak. Almış gelmiş hızmetçi yapmış gocuman İran şahını. Hure süpür, felen yere gir, hunu getir, bunu getir, hızmetçi yapmış. O sırada Ankara’dan İzmir’e gideke zenginin biri ore misafie galmış. Höle bakmış Kel Ali Bey’e bi: — Ule ben bu adamdan zenginin, höle bi hızmatçım yok, demiş. İran şahı köle ya, eli yüzü nurlu bi şemiş. — Sene satan ben, dimiş Kel Ali Bey. Gula duymuşta atmış sarı lirayı satmış onu. İran şahını biyoda parayla o zengine satmış. — Ben bunu sattım ya dimiş, tahtına oturen, dimiş. Kel Ali Bey biyoda İran şahının tahtına oturme gitcek. O zengin adam da: — Sen iyi bi adamsın dimiş, seni goyveren memleketine gide misin? dimiş. — Giderin, dimiş. Goyvemiş kaldırmış zengin olan adam. Kel Ali Bey yoldan köyüne gidiyo, o da köyüne gidiyo. Şah, Kel Ali Bey’den eveli vamış, tahtına oturmuş. Kel Ali gelince: — Yakalan bakam dimiş. Biyo yakalamışla Kel Ali Bey’i. Yakaladıktan keri: — Odun getirin bakam, gazan getirin bakam, dimiş. Gazanı vurmuşla, altına odunu sokmuşla, suyla doldurmuşla gazanı. — Anamı çağırın gelsin bakam, dimiş. Anasını çağırmışla gelmişle: — Ana bu gazana kendini at bakam, dimiş şah. — Oğlum gaynar gazana kendimi atamın, dimiş anası. Şah: — Südün sümüğün temizse, dimiş. Anası gazana kendini bi atmış. — Ana nişliyon? — Oğlum, mülayımca bu, dimiş. Şah: — Hadi Türkiye’ye gidem bakam, dimiş, Kel Ali Bey’e. Türkiye’ye gelmişle, aynı onun yaptı gibi gazanı getirmişle, altına sürmüşle odunu, başlamış gazan gaynamıya. Kel Ali Bey’e: — Ananı çağır ge bakam, dimiş. Anasını çağırmışla: — Ana bu gazana kendini at bakam, dimiş Kel Ali Bey. Anası: — Nası atcan ben, dimiş. — Südün sümüğün temizse bişe olmazsın, demiş İran Şahı gibi. Anası: — Oğlum dimiş, felen adamla ben bi görüşüvediydim dimiş. Felen cavır nal çaktırma geldiydi, onna da görüşüvediydim, dimiş. Almış bi vemiş, yanmış galmış her yanı. İran Şahı: — Hadi oğlum dimiş, sen bu garının oğlusun, ben o garının oğluyum, dimiş. Kel Ali Bey’i orada goyvemiş gelmiş. Demin hurdan geçti.
Ayı ile Tilki
Doğu Anadolu Bölgesi
Ağrı
Günlerden bir gün, bir ayı ile bir tilki arkadaş olmuşlar. Gece gündüz birliktelermiş. Birinin başı ağrısa öteki koşuyor, birinin canı yansa öbürü hemen varıyormuş. Bir gün tilki, ayıya: -Aman ayı kardeş, kardeşten yakınım gel birlikte üzüm bağına varalım. Salkım salkım üzümleri söküp, tane tane mideye atalım, demiş. Ayı da: -Peki, demiş.   Az gitmişler,  uz gitmişler.   Dere tepe, bağ bayır düz gitmişler. Vara vara Deli Avcı’nın bağına varmışlar. Deli Avcı ki ne deli.  Attığını vuran bir avcı imiş. Gözünü yumar, havadaki sineği kanadından arkasına bakmadan, sesi çıktığı ağızdan vururmuş.   Ayı ile tilki varmışlar Deli Avcı’nın bağına. Üzümlerden üzüm beğenmişler. Her üzüm ceviz kadarmış. Koparıp koparıp yiyorlarmış. Tilki, biraz yedikten sonra artık üzüm yemenin zararlı olacağını anlamış. Hemen bir köşeye uzanmış. Ayı tilkinin uzandığını görünce: -Ne oldu tilki kardeşim? Üzümlerde pek yok gözün. İstediğin bir şey var mı? Elma, armut, bal mı, demiş.  Tilki: -Ayı kardeşim, can kardeşim, midem tıka basa dolu benim, demiş. Ayı : -Sen bilirsin. Ömründe böyle bir bağ göremezsin, demiş. Sonra önüne gelen ağaçtan salkım salkım üzüm koparıp yemiş. Yiye yiye şişmiş. Artık adım atacak gücü kalmamış. Tilki: - Ayı kardeş bitirdiysen gidelim, yeter artık, demiş.   Deli Avcı bağının biraz ötesinde bir tuzak kurmuş. Tilki önde, ayı arkada yürüyorlarmış. Tuzağın olduğu yere gelmişler. Tilki atlayıp tuzağı geçmiş. Ayı ise üzüm yiye yiye şişip kaldığından kımıldayacak gücü yokmuş. Sıçramak istemiş, kendini tuzağın dibinde bulmuş. Tilki çekip gitmiş. Ayı: - Kurtar beni tilki kardeş! diye bağırmış. Ama tilki dinler mi. Oracıkta bırakıp ayıyı dalmış ormana. Ayı bağırdıkça böğürdükçe ortalık çınlamış. Sesini Deli Avcı duymuş. Kaptığı gibi koca sopayı, dünyanın kaç bucak olduğunu anlamış ayı.    Sonunda can acısıyla ayı sıçramış, kendini kurtarmış. Nefes nefese dalmış ormana. Gelmiş, varmış tilkinin yanına. Tilkiye: - Sen ne utanmaz bir tilkiymişsin, yaptığı kalleşlikti bilesin.  Nasıl bıraktın beni kötü durumda? Hiç üzülmedin mi bana? Demiş. Tilki, hiçbir şey olmamış gibi. - Ne yapayım, ben de mi öleyim? Sen düşünce tuzağa, dedim bari ben kendimi kurtarayım, demiş.   Birkaç gün ayı ile tilki küs kalmışlar. Sonunda birbirleri ile yeniden barışmışlar.  Yürüye yürüye varmışlar bir düz alana. Öyle bir ekin görmüşler ki duvar boyunda. Tilki ekini ayıya göstermiş elini bereketli toprağa daldırmış. -Bak ayı kardeş! Bu dünyanın en güzel toprağıdır. Bir ekersin, bin alırsın, demiş. Ayı, ekine toprağa bakmış ama bir şey anlamamış. Dönüp tilkiye: - Ne yapalım, demiş. Tilki: - Seninle çiftçilik yapalım. Ekelim buraya arpayı buğdayı sonra bölüşürüz buğday hasat zamanı, demiş. Ayı: -Peki, demiş. Tilki bağlamış peştemalı önüne. Ayı ise girmiş çift çubuk işine. -Ha, demiş. Ho, demiş. Günlerden bir gün, tarlayı sürüp bitirmiş. Tilki ektikten sonra tohumu kenara çekilmiş. Aradan zaman geçmiş, ekin büyüyüp gelişmiş. Hasat zamanı gelince tilki, ayıya: -Gel kardeşim biz kardeş payı yapalım. Diptekiler senin olsun, tepedekileri ben alayım, demiş. Ayı: -Olur, demiş. Böylece ekinin tepesindeki başaklar tilkinin, samanlar saplar ayının olmuş. Herkes payını almış, gitmiş. Ancak ayının aklı başına gelmiş. Böyle ortalıkta kandırıldığını söyleyip tilkiye: -Tilki kardeş beni kandırdın. Samanı bana kaldı, başağı sen aldın, demiş. Tilki gülmüş: - Biz seninle böyle anlaştık, birlikte çalıştık. İstersen bu kez soğan ekelim. Kökü benim olsun, üstü senin olsun, demiş. Ayı bu işe “evet” demiş. Hemen kollarını sıvamışlar. Biri küreğe sarılmış, biri tohum taşımış, Tilki, yan gelip yan yatmış, ayı her şeyi birer birer yapmış. Soğanlar olunca toplamışlar. Ardından paylaşmışlar. Tilki: - Kızmıştın bana öbür kez, istediğin olsun ayı kardeş. Kökü benim olsun, üstü senin olsun, demiş. Aradan zaman geçmiş, yapraklar kuruyunca ayı kandırıldığını anlamış. Tilkiye: -Sen beni hep kandırıyorsun, böyle yapmaktan utanmıyor musun, demiş. Tilki: -Kabul etme arkadaş, üstelik senin dediğini yaptım niye kızıyorsun, demiş. Ayı ile tilki hırlaşa hırlaşa tutuşmuşlar kavgaya. Tilki uzun bir sırık almış, ayıya kısa bir odun vermiş. Başlamışlar vuruşmaya. Ayı kıpırdadıkça tilki uzun sırıkla vurmuş, her yanını çürük içinde bırakmış. Vuruşa vuruşa varmışlar bir mağaraya. Ayı yine: - Kandırdın beni tilki, yaptığın kalleşlikti, demiş. Tilki gülmüş. Hemen elindeki uzun sırığı ayıya vermiş. - Al senin olsun bu sırık. Sırıkla sen sopayla ben vuruşalım, demiş. Ayı sevinçle sırığı almış. Ama mağara darmış, sırığı zor sallıyormuş. Tilki kısa odunla ayıyı güzelce dövmüş. Sonunda ayı çığlık atarak mağaradan kaçmış. Tilkiye seslenerek: -Vazgeçtim ben ekinden, soğandan. Hepsi senin olsun, yeter ki rahat bırak beni, her şey senin olsun, demiş.  
Keloğlan ile Koca Adam
Ege Bölgesi
Denizli
Eveli bi Kelolan vamış. Leblebi gatmış cebine kuyunun başına su içme vamış. Leblebileri kuyunun içine düşmüş. Başlamış kuyuyu daşlamaya Kelolan. Ondan sona kuyudan goca adam çıkmış: — Ni istiyon olum, demiş. Kelolan: — Leblebilerimi ve, demiş. Goca adam: — Ben sene bi bulgur daşı veren Kelolan, demiş. Kelolan bulgur daşını almış gitmiş, ama goca adam: — Bu daşı kimseye verme, demiş. Bi gün gomşusu bulgur daşı istemeye gelmiş. Anası da Kelolan yokken vemiş. Kelolan daşını gomşudan istemeye gitmiş. Gomşusu: — Ben bulgur daşı almadım, demiş. Kelolan gine guyunun başına gitmiş, guyuyu daşlamaya başlamış. Gine aynı goca adam çıkmış, bu sefer Kelolan’a bi eşek vemiş: — Emme eşeğe dehleme, demiş. Kelolan eşeği almış gitmiş, eve bağlamış. Bi gün Kelolan hamama gitmiş. Hamamcıya eşeği düzgün yere bağla diye tembih etmiş. Hamamcı eşeği bağşamış bi de: — Deh, demiş. Bi de bakmış eşek altın doğurmuş. Hamamcı bol bol dehlemiş bi sürü altını olmuş. Sona eşeğin yerine başga eşek bağlamış. Kelolan eşeği almış eve gitmiş, bi bakmış kendi eşeği değil. Hamamcının yanına gitmiş:  — Benim eşeği nereye sakladın, getir, demiş. Hamamcı: — Ben senin eşeği meşeği görmedim, demiş. Kelolan gine guyunun başına gitmiş. Guyuyu daşlamış goca adam gine çıkmış:  — Ne oldu Kelolan, demiş. Goca adam bu sefer Kelolan’a bi gabak vemiş. — Bak bundan sona bi şey vemem, demiş. Bu gabağa giriş giriş, çıkış çıkış dediğin zaman her tarafına asker dolcak, demiş. Kelolan gabağı aldığı gibi evine gitmiş. Gabağa bi: — Çıkış çıkış, demiş, her tarafı eli nacaklı, eli baltalı, eli tüfekli asker olmuş. Anası: — Neden buldun bu gabağı olum, demiş. — Bi goca adam vedi, demiş. Kelolan aldığı bulgur daşını vemeyen gomşusunun yanına gitmiş: — Çabuk benim bulgur daşımı ve, demiş. O da: — Bende bulgur daşı yok, demiş. Kelolan gabağa:  — Çıkış çıkış, demiş, her taraf asker olmuş. Bunu gören gomşusu bulgur daşını bulup getirivemiş. Kelolan bu sefer hamamcının yanına gitmiş:  — Benim eşeği ve demiş, bulup getirmezsen bu hamamı başına yıkarın, demiş. Hamamcı: — Hadi len sende kel, demiş, sende nerde o güç demiş. Kelolan gabağa: — Çıkış çıkış demiş, ortalık asker olmuş, her tarafı yıkmaya başlamışlar. Hamamcı bulmuş eşeği getirmiş. Kelolan bulgur daşını da eşeğini de almış evine gitmiş. Bu da burda bitmiş.
İfrit ile Padişahın Kızı
Ege Bölgesi
Denizli
Evvel zaman içinde kalbur saman içinde iki tane çocuk vamış. Biri gız biri olan. Bunların bi de üvey anaları vamış. Bu üvey ana bu çocukları hiç sevmezmiş. Bi gün bu çocukladan gurtulmak için bir guyunun üzerine bi çul yazmış, üzerine de bi zovra* gurmuş. Çocukları çağırmış:  — Zovraya oturun demiş. Çocukla da zovraya oturmuşla emme guyunun içine düşmüşle. Guyunun içine düştüklerinde bakmışla ki bi gapı va. O gapıdan içeriye girmişle, içersi bambaşga bi dünyaymış. Az gitmişle uz gitmişle dere tepe düz gitmişle bi hana vamışla. Bakmışla handa kimse yok, hanın kırk dene gapısı vamış, gapılada da anahtarla vamış. Anahtaladan biriyle gapıyı açmışla içeri girmişle. Bunla burada yaşamaya başlamışla. Abesi gıza her gün guş avlayıverimiş. İki guş vurugelimiş, Birecik yirlemiş. Bu şekilde yaşarken bi kaç yıl geçmiş. Anahdarları abesi yanında daşırmış. Gız merak etmiş anahdarları isdemiş. Abesi vemiş emme: — Kırkıncı gapıyı açma demiş, avlanmaya gitmiş. Gız her gapıyı açmış, bakmış kırkıncı gapıya gelmiş. Abesinin dediğini hatırlamış, emme dayanamamış açmış kırkıncı gapıyı. Bi de ne görsün! Gosgocaman bi dev, devilen evlenmişle, dev gızı abene söyleme deye yehdit etmiş. Abesi o gün üç guş öldürmüş. Gız gizlice birini deve götürmüş. Gız hamileymiş. Bi süre sona da çocuk doğmuş. Çocuğun adına İfrit gomuşla. İfrit biraz böyümüş, dayısı artık günde dört guş öldürmeye başlamış. Dev bi gün garısına demiş: — Ben bi guyruklu olayın, onun babucunun içine girem, giydimi onu sokem ölsün, beraberce yaşayalım demiş. Guyruklu olmuş, babucunun içine girmiş. Devle garısı gonuşurken ifrit bunları dinnemişmiş. Dayısından önce babucu giyivemiş, guyruklu dayısını sokamamış. Daha sona:  — Yılan gılına giren de gapıdan çıkaken boynuna dolanıvirem, öldürüvirem demiş. İfrit gene duymuş, gapıdan çıkaken: — Dayı beni omzuna al demiş. Dayısı omzuna almış, Bu sefer de dev dayısını sokamamış. Dev en sonunda demiş: — Ben bi zehirli sarıguş olayın, sen onu bişirdinde beni onun önüne goy, o da beni yesin ölsün demiş. Bi guş olmuş, İfridin dayısı da onu öldürmüş, annesi bişirmiş tabağı abesinin önüne goymuş. İfrit tabakları değiştirivemiş, zehirli guşu yiyen annesi ölmüş. İfritle dayısı buradan ayrılmış. Yolda kırk dene eşgiya bunların önünü kesmişle, İfrit ile dayısını gonaklarına götürmüşle. Demişle ki: — Size bi şans vecez, eğer imtanı geçeseniz serbessiniz, yoksa sizi öldürcez. İmtanda da önce bi tencire südün gaymanı bozmadan içeceksiniz, sonra bazlama ekmeğinin kenarını bozmadan içini yiyeceksiniz demişle. İfrit dayısına: — Ben başarırın dayı demiş. Tencirenin altını delmiş südü ordan içmiş, yerine çam sakızı yapıştırmış. Bazlama ekmeğinin ortasından çakısınlan kesmiş ve yemiş. Eşkiyala serbest bırakmaları gerekirken sözünde durmamışla, bunları zindana atmışla. Bakmışlaki dünyala güzeli bi gız zindanda duruyo, gıza sormuşla,: — Sen kimsin? diye. Gız da: — Ben bu ülkenin prensesiyin demiş. İfrit gıza bi görüşte aşık olmuş: — Peki seni buraya niye attıla? deyince: — Bu eşkiyaların başı beni bubamdan istediydi, bubam da beni vemedi, beni gaçırdıla demiş. İfrit gurtulmak için bi numara düşünmüş. Masustan dayısınnan bi gavgaya dutuşmuşla, dayısı bunu öldürmüş. Nöbetçile bunu öldü zannederek yandaki nehre atmışla, İfrit yüze yüze padişahın sarayını bulmuş, padişaha gızının yerini söylemiş, padişah askerlerini alıp o eşkiyaları kesmiş. Sonra dayısını vezir etmiş, gızını da İfrit'e vemiş. Kırk gün kırk gice düğün etmişle. *zovra: Sofra
DEVİN KARISI
Güneydoğu Anadolu Bölgesi
Gaziantep
                                                                                              MASAL DERLEMESİ           DEVİN KARISI Bir varmış bir yokmuş,evvel zaman içinde, kalbur saman içinde,develer tellal iken,pireler berber iken.Ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken,az gittim uz gittim.Dere tepe düz gittim.Çayır çimen geçerek,lale sümbül biçerek;soğuk sular içerek,ayla ayla bir güz gittim.Bir de dönüp ardıma baktım ki, ne göreyim? Gide  gide bir arpa boyu yol gitmemiş miyim? Natal  matal  martaval, işte size duyulmadık bir masal.  Masal masal mat atar, iki tilki ot satar.Bindim deve boynuna , gittim Halep yoluna.Halep yolu gül pazar; içinde tilki gezer.Tilki beni korkuttu,kulağını burkuttu.Çık çıkalım çardağa,ok atalım ördeğe,ördek başını kaldırmış,velvelesini saldırmış.Velvelesi dizinde ,gönlü vezir kızında.Vezir kızı bal kaynatır;içinde kaş oynatır. Bir varmış,bir yokmuş. Zamanın birinde bir köy varmış.Köyde iki yaramaz çocuk yaşarmış.Bu çocuklar annelerinin sözünü dinlemez sürekli yaramazlık yaparlarmış.Yine bir gün bu iki çocuk annelerine söylemeden oyun oynamaya çıkmışlar.*Pinarden   **terraşa kadar koşmuş gitmişler.Çocuklar oynarken bir çocuk ötekine hadi gel ormana gidelim biraz da orada oynarız demiş.Öbür çocuk biraz tereddüt etmiş ama sonunda ormana gitmişler.Çocuklar sallana sallana ormana gitmişler oynamışlar vee sonunda çok yorulmuşlar.Büyük oğlan küçüğe: 'hadi biraz oturup dinlenelim.' demiş.Çocuk yorgunluktan perişan oturuvermiş agaç gölgesine.Onlar dinlenedursun hava gitgide kararmış akşam çökmüş ormana,bizim haylazların karnı acıkmış.Çocukların açlıktan ve yorgunluktan perişan halde belki köyün yolunu buluruz umuduyla çıkmışlar yola.Gitmişler bir büyük meşeye kadar bir de ne görsünler önlerinde kocaman bir ev.Evden kocaman bir kadın çıkmış dudakları göğe kadar değecek kadar büyükmüş,memeleri yere değecek kadar.Çocuklar korkudan ve şaşkınlıktan donakalmış.Kadın kalın ve ürkütücü sesiyle gelin yavrularım size yemek vereyim diye alıp çocukları beslemiş karınları şişene kadar yedirmiş içirmiş.Bu kadın devin karısıymış köyde onu tanır, ondan korkarlarmış.Çünkü bu kadının dev kocasını köylüler öldürmüş kadın da o günden sonra insan yemeye başlamış ve her köye saldırırmış.Sonunda kendine koca bir ağaçtan koca bir ev yapmış ve insanları burada yemeye başlamış. Biz gelelim bizim haylazlara...Bizim haylaz çocuklara devin karısının ziyafetinden sonra uyku çökmüş onlar tam uykuya dalmışlar ki  devin karısı bu çocukları koca kazanda pişirmek istemiş.Çocukları kazana koymuş ve ateşi yakmış.Çocuklar pişerken dev biraz uyumuş.Çocuklar uyanıp piştiklerini anlayınca bağırmışlar.Anne anne, nerdesin anne... Çocuklar bağırırken dev uyanmış ve onların ağzına birer elma koyuvermiş bağıramasınlar diye.Derken çocukların anneleri ve köylüler koca meşeyi bulmuş.Oradaki koca evi de görmüşler.Köylüler bu evin devin karısının evi olduğunu bilmişler.Hemen içeri girip tüfeği ateşlemiş, devi öldürmüşler. Çocuklar korkuyla annelerine sarılmışlar ve bir daha habersiz hiçbir yere gitmeyeceklerine söz vermişler. Gökten üç elma düşmüş, biri sana ,biri bana ,biri de dinleyenin başına. *pinar: köy meydanı  **terraş:boş tarla,çocukların top oynadıkları yer. DERLEYEN KİŞİ: AD: MELİHA SOYAD: ASLAN YAŞ/MEMLEKET: 20/GAZİANTEP EĞİTİM DURUMU: ÜNİVERSİTE ÖĞRENCİSİ MESLEK: ÖĞRENCİ MEDENİ HAL: BEKAR GÖRÜŞME TARİHİ VE YER: 10.02.2020 / Mersin KAYNAK KİŞİ: AD: MÜZEYYEN  SOYAD: ASLAN YAŞ/MEMLEKET:45/GAZİANTEP  EĞİTİM DURUMU: İLKOKUL MEZUNU MESLEK: EV HANIMI MEDENİ HAL: BEKAR GÖRÜŞME TARİHİ VE YER: 10.02.2020 / Mersin
Kurdun Ahmaklığı İtin Kurnazlığı
Doğu Anadolu Bölgesi
Ağrı
Günün birinde it ile kurt gezirmişler. Bir ara acıhmışlar ve karınlarını nasıl doyurcahlarını düşünmüşler. Birez ilerledihten sonra bahmışlar semiz bir at tek başına çayırda otluyi. Atın yanına varmışlar. At bunların acıhdığıni anlamış. Onlara: — Ayahlarımın altında bi yazı var onlari bi türli ohuyamiyram mana yardımcı olursuzsa sevünürem, der. İt de kurda dönerek, der: —  Vala kurt kardaş it halımıznan ancah karnımızi doyurduh, okula gidemedıh . Sen böyöksün şimdi ohuman vardır. Geç ohi da yolumuza devam edeh. Kurt: — Ne demeh, benim ohumam çok eyidir, kaldır da ohuyam gidem işimiz eceledir, der. Ayağıni kaldıran at arhasına geçen kurda bi çifte atar ve kurt orda can verir. İt başlar gülmeğe. At sorar: — Niye gülisen? — Kurdun ahmahlığına gülüyem. Senin anan mi; yohsa baban mi ohumuş. Ohumah senin neyine, demiş ve geçip kurdi yemeğe başlamış.
Fakir Adam ile Yılan
Doğu Anadolu Bölgesi
Ağrı
  Zamanın birinde fakir bir adamın  bişesi olmadığından bi kuyunun başında oturur, kendi kendisine düşünürmüş. Onnan sora kuyudan bi ses gelir. Bahar kuyudan bi yılan çıhdi. Yılan ona: - Ya kardeş sen niye bele düşinisen, der. O da: - Valla menim heş bişeyim yoh, fakirim. Çoluğuma çocuğuma götürecek bi parça ekmeğim yoh. Yılan da: - Ee fazla düşünme, sen her gün gel buraya ben sana bir altın verecem. Fakir adam da: - Tamam, Allah senden razı olsun diyer. Adama bir altın veri adam da gidi. Onnan sora her gün geli yilannan bi altınını ali gidi. Derken aradan epey zaman geçi bu adam bir gün hastalanıyi. Adamın on dört on beş yaşlarında bi çocuğu varmış. O gün çocuğuni gönderi kuyunun başına diyi: - Get orda menim bi yılan dostum var. O sana altın verecek onu al gel. Çocuk gidi kuyunun başında bekliyi. Yılan çıhar çıhmaz çocuh panikliyi, korhi. Yılana bi daş fırlati ve onun kuyruğuni kopari. Yilan acıdan çocuği ısıri ve çocuh orda öli. Yılan tekrar kaçi kuyuya. Adam çocuğuni bekliyi bekliyi bahi çocuği gelmiyi. Geli bahi kuyunun başında çocuği ölmüş. Çocuği getirip defnediler. Aradan birkaç gün geçi adam tekrara kuyunun başına geli. Yılan kuyunun içinnen kafasını çıharinca adam diyi: - Yav arhadaş men geldim, benim durumum iyi değil. Çıh bana bir altın ver men gidim. Yılan kuyudan sesleni: - Sende çocuh acısı, bende kuyruh acısı varken biz daha dost alamayıh diyi. Yılan korkusunnan kuyudan çıhamiyi, adama güvenemiyi ve dostluhları orada biti.  
Zorba Kurdun Keçiye Yaptıkları
Doğu Anadolu Bölgesi
Ağrı
.ZORBA KURDUN KEÇİYE YAPTIKLARI Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde develer tellal iken pireler berber iken ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken bir kurtnan bir keçi varmış. Bunlar arkadaşlıh yapıyormuş. Bir gün sıhılmışlar. Keçi kurda demiş: -Kurt kardeş gel seninle gezelim. -Nereyi gezelim? Demiş. O da: - Heç getmediğimiz bir yer olsun demiş. Kurt demiş: - Tamam karşıda sahil var, ordan kayıh kiraliyah karşıda ada var. O adayı gezeh bahah orada ne var ne yoh. Kim yaşıyor kim yaşamiyor. Dolaşmışlar kayıh kiralamışlar, binmişler kayıha. Epey yol aldıhtan sora kurt acıhmış. Demiş: -Ya ben bu denizin üstünde ne yiyecem adaya gidene keder acımdan ölürüm. Kayığın üstünde bir şey ohmuş. Kurt bi şey düşünmüş demiş: - Keçi kardeş ya sanki havada bi toz duman var. Keçi demiş: -Ya ben bi toz göremiyorum. Kurt demiş: - Ya keçi kardeş eyi bah. Keçi demiş: - Ya valla ben bi toz göremiyorum. Kurt acıhmış ya keçiyi yiyeceh. Kurt demiş: -E keçi kardeş bu tozu sen yapıyorsun demiş. Keçi epey yol aldıhtan sora annamış demiş: - Kurt kardeş ben annadım senin derdin nedir. Sen dişlerini bana biledin bırah bu tozi yecehsen ye beni. Adaya da az kaldi sabret demiş. Kurt da: -Valla ben sabredemem demiş. Bi güzel yemiş keçiyi. Onlar erdi muradına biz çıhalım kerevetine. Gökten beş elma düşdi ikisi anlatana, biri dinleyene, ikisi de millete.
Akılsız Kurt
Doğu Anadolu Bölgesi
Ağrı
AKILSIZ KURT Zamanın birinde bi tane kurt varmış. Bu kurt çoh acıhmış, yemek aramaya çıkmış. Acaba ne bulurum ne bulmam diye bi tane öküze rastlamış. Kurt da ele günlerdir acıhmış, o yana bu yana öküzün etrafında dolaşmış. Öküz bahmış kurtulacağı yohdur dönüyor kurda diyor ki: -Ya benim kaçmamla senden kurtulmam, sen beni nasılsa yiyeceksin etim de helal olsun sana. Ama senin deden çoh iyi hekimdi, yaradan bereden, hastalıhtan anlar idi. Benim iki boynuzum arasında bir yara var, ben bilmiyorum hastalıh neyin nesidir. Ben bileyim bu nedir ölüm Allah’ın emridir. Demiş. -Ben kafamı eğeyim sen bi bah. Kafasını eğiyor, kurt bakıyor ki iki boynuzunun arasında ur var mi yoh mi diye. Tabi onun yanaşmasıyla bu nasıl bir boynuz vuruyorsa bu kafa üstünden arha tarafa düşüyor ve kurt kendinden geçiyor. Öküz kaçıp kurtuluyor. Bu kahıp bahıyor ne yarası, ne beresi, ne öküzü piyasada hiç bi şey yoh. Bu gene dolaşıyor tur atıyor. Acaba başka bir şey bulur muyum bulmaz mıyım diye. Bu sefer kendine bi at buluyor. Atın etrafında dolaşıyor. At diyor ki kendisine: -Ben öküz değilim seni öldüreyim. Nasılsa beni öldürecehsin, ben seni becermem diyor.Etim de sana helal olsun fakat senin baban çok büyük bir alimdi insanın yaşından, mesleğinden, her şeyinden anlardı diyor. Menim arha nalımda çizgiler var, her bir çizgi menim bir yaşımi gösterir. Men kaç yaşında olduğumi bilmiyorum keşke ömrümi biledim ölüm Allah’ın emridi. Sen gel menim nalımın çizgilerini say menim yaşımi söyle ölüm Allah’ın emridir. - Tamam diyor. Bu da hoş öküz gibi değildir, boynuzuyla beni alsın. Yanaşıyor arha tarafa nalını incelemeye, at buna bi tene oturahli tekme sallıyor, o da kendinden geçiyor at da kaçıp kurtuluyor. Kurt gidip yiyecek aramaya bi tene topal koyuna denk geliyor. Topal koyunun etrafında dönerken koyun dior: -Ben ne öküzüm seni boynuzumla vurayım ne de atım sana tekme atiyim. Men seni becermem etim de sana helal olsun. Fakat sizin sülalede nenen müthiş şarkı söylerdi. Yıllardır onun sesi hala kulağımdadır. O sesin hatiresine bu tepeye çıh bana bi haykır, ölüm Allah’ın emri. Tamam diyor kurt. -Bu ne attır ne öküzdür. Ne olacah bi sesdir. Hafif bir tümsek varmış tümseğe çıhdığı zaman aşağıda köyün hepsi gözüküyormuş. O tümseğe çıhıp köpeh gibi ulumaya başliyi. Ulumaya başlayınca tabi köyün bütün köpehlerinin haberi oluyor. Hemen kurdun peşine veriyorlar. Köyün bütün köpekleri peşine verince artıh kurt kendi derdine düşüyor. Koyuni bırahıp kaçıyor. Köyden epey uzahlaşdıktan sonra zar zor canıni kurtarır bir ağacın dibine kendi kendine söylenir: -Ulan senin deden ne zaman hekimdi, senin baban ne zaman alimdi, senin nenen ne zaman şarkıcıydı.
Apaların Krallığı
Doğu Anadolu Bölgesi
Ağrı
APALARIN KRALLIĞI Bir zamanlar insan ayağı değmemiş, balta girmemiş, kocaman bir orman varmış. Ağaçların başı göğe erer, diplerinden buz gibi sular akarmış. Her türlü hayvan kendine yer bulup geçinip giderlermiş. Bir gün Apalar bu ormana kral olmuş. Varlığını belli etmek, kendilerini saydırmak için karar üstüne karar almışlar. -Ayaksız solucanlara ayak takılacak, kırkayaklıların da ayakları azaltılacak! Emir demiri eritmiş. Solucanlar meydanın bir yanına, kırkayaklılar da öbür tarafa toplanılmış, Kral tarihi nutkunu söylemiş. -Sevgili milletim, biz çağdaş milletiz, sosyal adaletten yanayız. Akıl var, solucanlar ayaksız gezerken, öbürünün kırk ayakla kırk zahmet çekmesi çağ dışı bir olaydır. Şimdi kırk ayaklıdan yirmi ayağını alıp solucanlara takacağız, her ikisi de rahat edecek. Solucan: -Sayın ve çok çağdaş kralımız ve onun etrafındaki ateş böcekleri! Bizi toprak altından çıkararak hepimize en büyük kötülüğü yaptınız. Belki hepimiz öleceğiz. Bir de ayak takmaya kalkarsanız bırakınız yürümeyi sürünemeyiz bile. Kral ayağa kalktı, parmağını ileri uzatarak olanca gücüyle bağırdı: -Hiç kimse akıl yolundan bizi geri çeviremez, hiç kimse çağdaşlığa mani olamaz! Ateş böceklerinin aydınlattığı yoldan yürüyeceğiz. Kırkayak parmak kaldırdı. Kral yan gözle bakıp: -Beni memnun edeceğin bir sözün varsa söyle, yoksa sus! -Sayın kralım, sizin memnun olup olmayacağınızı bilemem. Bakın ben kırk ayağımla çok rahat yürüyorum. Bunun birisini alsan yürümeyi şaşırırım… Kral iki elini havaya kaldırdı: -Bu kadar akılsız bir millete ben ne yapabilirim? Aslan kahkahayı bastı: -Boa yılanına da boynuz tak, her şey düzene girsin. Apalar çok kızdı. -Unutmayın ki ben kralım! Hepiniz bana itaat etmek zorundasınız! Aksi halde… Sözünü tamamlamadan menan cinleri tahtın her tarafına doldu. Menan dede arkadan başını uzatıp, kralın kulağına fısıldadı: -Kurulu bir düzen bozuyorsun, senin düzenini bozarlar… -Kim? -Mikroplar -Mikroplar kendine güveniyorlarsa meydana çıksın, hepsini helak edeceğim. -Helak olmak için kurulu düzeni bozup, kendi düzenini kuruyorsun. -Bu dünyada sadece benim düzenim var başkası olamaz. Tam bu sırada kralın sancısı tuttu, feryadı yeri göğü çınlattı. Solucanalar kırkayaklılar dağıldı. İkisi de gülerek kralın ahmaklığını anladılar. Bu arada boa yılanı da boynuzların bitip bitmediğini anlamak için göle baktı. O da böyle bir şeyin olmayacağını bir kez daha anladı. Ateş böcekleri de kralın sancısına hayret kaldılar, böyle bir kralın nasıl böyle bir sancıya yenik düştüğünü anlayamadılar. Aslan büyük bir taşın üstüne çıkıp kükredi: -Böyle ahmak bir kralın öldüğüne yanmam da bir gün “Burada bir kral yaşadı deyip benim krallığıma gölge düşüreceklerine yandım” diyerek kayadan indi, salına salına ormanın içinde kayboldu.
Akıllı Serçe
Doğu Anadolu Bölgesi
Ağrı
[Akıllı Serçe] Günün birinde bir avcı kış ortasında açlık tehlikesi geçiren kuşları yakalamak için onlara tuzak kurmuş ve buna aldanan onlarca serçe gelip o adamın tuzağına yakalanmış. Yalnız avcı aklını kullanıp onları besiye tutacak ve etlenip büyüdükten sonra da iyi fiyata satacakmış. Avcı onlarca serçeyi besleyeceği alanı küçük aralıklı ağlarla çevirmiş ve onlara yazdan sakladığı taneleri yedirmeye başlamış. Bir gün o kuşlar içinden diğer arkadaşlarının hoşuna gitmeyen sözler söyleyen bir serçenin sesi yükselmiş: — Arkadaşlar! Söyleyeceklerime kulak verin ve beni iyi dinleyin. Gelin, avcının bize verdiği taneleri yemeyelim ve zayıflayıp bu ağlardan rahatça geçelim ve esaretten hatta başkalarına yem olmaktan kurtulalım. Daha sonra etrafı bir sessizlik bürümüş. Kalın sesli ve biraz da yaşlıca bir serçe bu sessizliği bozmuş: — Bu kışta bu soğukta, kısacık ömrümüzü bu sıcak ve bol yiyecekli yerde geçirmek en iyisi. Dışarı çıkıp açlıktan kıvranmaktansa, kurda kuşa yem olmaktansa burada bolluk içinde eğlenip yatarak geçirmek daha güzeldir, demiş. Etrafındaki kuşların hepsi de bunu tasdiklemiş ve eklemişler: — Zaten bir tane için tutsak olmadık mı? Çıkarsak yine o tane uğruna başkalarına esir olmayacak mıyız? Bu sözler üzerine o akıllı serçe onların yanlış düşündüğünü bir türlü onlara kabul ettirememiş ve avcının yem vermeğe geldiğini görünce derin sessizliğe gömülmüşler. O günden sonra o akıllı serçe ile birkaç serçe daha yem yememeğe başlamışlar. Gün geçtikçe zayıflamışlar ama arkadaşları da habire kilo almışlar. Akıllı serçe ile arkadaşları diğerleri tarafından alaya alınmış ve dışlanmışlar. Derken avcı bir gün birkaç alıcı ile ağların etrafında belirmiş ve kuşları kesilmek üzere onlara satmış. Artık iyice zayıflayıp küçülen akıllı serçe ve arkadaşları o ağların arasından çıkıp dışarıdaki engin güzelliğe kavuşmuşlar. Diğer kuşlar ne yapmışlarsa çıkamamışlar ağlardan ve birbirlerine garip garip bakmışlar. Önlerine son kez atılan taneleri ise yiyememişler artık.
Avcı Kardeşlerle Büyülü Kuş
Doğu Anadolu Bölgesi
Ağrı
AVCI KARDEŞLERLE BÜYÜLÜ KUŞ Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde zamanın birinde bir yaşlı adam ile yedi oğlu bir ormanda yaşarlarmış. Adamın karısı yıllar önce ölmüş. Çocuklarını o büyütmüş. Sabah olunca çocukları sırayla evden çıkıp biri ava, biri oduna, biri temizliğe, biri suya gider. Biri babasıyla kalıp ona yardım ederken diğer ikisi de evde sırt üstü uzanıp yatıyormuş. Bu, günlerce sürmüş. Babaları bir gün onları çağırıp: — Bakın çocuklar diğer kardeşlerinizin hepsi bir iş yapıyorlar, bir işle uğraşıyorlar. Sizin böyle sırt üstü yatmanız ayıptır. Artık yeter, bir işe yaradığınızı gösterin. Hiç olmazsa yediğiniz yiyecekleri hak edin, demiş. Bunun üzerine kardeşler babalarına: — Biz de böyle yardım ediyoruz kardeşlerimize, bizim yapacağımız bir şey yok ki, demişler. — Nasıl yok? İkiniz de kalkın ormana ava gidin. Bir şeyler avlayın. Etini yer, derisini satarız, demiş. İki oğlu: — Olur, demişler. Babaları onlara birer ok ve yay vermiş, ormana göndermiş. Çocuklar ormanın derinliklerine doğru günlerce yürümüşler. Bir zaman da yürüdükten sonra bir kuş görmüşler. İki kardeş yaylarını germişler, tam kuşu vuracakken kuş: — Ey insanoğlu dokunmayın bana! Ben zaten yaralıyım, çekin yaylarınızı üzerimden, demiş. İki kardeş önce şaşırmışlar. Sonra yavaşça yaklaşmış kuşa bakmışlar. Kocaman iri kuşun inlediğini görmüşler. Kardeşler hemen kuşu almış bakmışlar ki göğsünde koca bir yara var. Kucaklarına almış, eve doğru yürümüşler. Eve geldiklerinde babaları onları kapıda karşılamış. — Neler yaptınız oğullarım, demiş. — Bu kuşu bulduk, yaralı. Ona bakıp iyileştireceğiz, demiş. İki oğlu da karşı çıkmışlar. — Olmaz babacığım, demişler. Sonra kuşu alıp evin bir köşesine koymuşlar. İlaçlar yapıp, kuşu birkaç gün içinde iyileştirmişler. Kuşun tam iyi olduğu gün onu alıp kırlara çıkmışlar. Kuş iki kardeşe: — Çocuklar sizler iyi kalpli çocuklarsınız. Ben sizleri çok sevdim. Babanızın beni kesip yemek istemesi üzerine kabul etmediniz. Benim size bir can borcum var. İnşallah bunu öderim, demiş. Kuş havalanırken iki kardeşe birkaç tüy vermiş, çekip gitmiş. Havalanırken de ayağını sürdüğü toprakların tümü altın olmuş. Çocuklar tüyleri ceplerine koymuşlar, altınları torbalarına doldurmuşlar, evlerine dönmüşler. Babalarına: — Bizim kuş havalanınca bu altınları bıraktı. Al bunları yeni bir ev yapalım, kardeşlerimizle birlikte ormandan çıkıp bir köye yerleşelim, demişler. Yaşlı baba kabul etmiş ama diğer kardeşler karşı çıkmışlar. Sonra da hep bir olmuşlar iki kardeşlerini ormandan kovmuşlar. Dövüp altınlarını da ellerinden almışlar. İki kardeş ağlaya ağlaya ormanın derinliklerine doğru yol almışlar. Önlerine çıkacak ilk köyde çalışıp karınlarını doyurmak istemişler. Akşam olmuş, karanlık basmış. İki kardeş bir ağacın kavuğuna sığınmış, sırt sırta uyumuşlar. Sabahleyin uyandıklarında karşılarına bakıp iyi ettikleri kuşu görmüşler. Kuş: — Ne oldu size böyle, demiş. İki kardeş: —  Babamız ve kardeşlerimiz dövüp bizi attılar, altınlarımızı da aldılar. Şimdi ne yapacağız bilmiyoruz. Okumuz, yayımız da yok av da avlayamadık, demişler. Bunun üzerine kuş: — Kapatın gözlerinizi, demiş. İki kardeş gözlerini kapatmışlar. Biraz sonra kuşun sesini işitmişler: — Açın gözlerinizi. İki kardeş gözlerini açmışlar. Kendilerini çok kalabalık bir şehirde görmüşler. Şehrin pazarı gibi bir yerdelermiş. Üstleri başları pırıl pırıl ipeklerle süslü imiş. Çevrelerinde bir çok insan dönüp duruyor. İki kardeşten biri bir şey istese çevrelerindeki adamlar hemen koşup onlara ulaştırıyormuş. Önceleri bir şey anlamamışlar. Çevrelerindeki askerler halkı yarıyor, iki kardeşi büyük bir saraya doğru götürüyorlarmış. Biraz sonra bir saraya girmişler. Nöbetçiler ve diğerleri onları hemen odalarına almışlar. Bu arada onlara: — Şehzadem, deyip duruyorlarmış. İki kardeş önce biraz yadırgamışlar sonra oldukları halden memnun olmuşlar. Artık bir istekleri, bir dilekleri olduğu zaman sarayda anında karşılanıyormuş. İki kardeş aynı koşullarda sarayda yaşarken babaları ve kardeşleri aynı yerde yaşamlarını aynı koşullarda sürdürüyorlarmış. En büyük kardeş, evin av işlerini yapıyormuş. Her sabah ava giderken azığını alıyor, yeteri kadar okunu ve bıçağını alıp gidiyormuş. O gün bir ayıyla karşılaşmış. Ayının yakınına yaklaşmış, oklarıyla ayıya vurmaya başlamış. Oklar ayıya pek işlemediğinden ayı, okun atıldığı yöne doğru dönüp ona saldırmış. Bıçağını çıkarmış ama ayının birkaç pençesi altında kayalardan yuvarlanıp düşmüş. Birkaç gün sonra diğer kardeşleri ile babası onu ölmek üzere iken bulmuşlar. Eve getirip bakmışlar ilaç vermişler. Aradan zaman geçmiş büyük kardeş sakat kalmış. Sürekli büyük kardeş ava gittiğinden ondan başkası av işlerini beceremiyormuş. Bunun üzerine babaları: — Çocuklarım, büyük kardeşiniz sakat kaldı. Onun yerine birinizin ava gitmesi gerekir. Böyle giderse bu kış biz yaza kalmadan açlıktan ölüp kalırız, demiş. Sonunda her gün oduna giden kardeş büyük kardeşin yerine ava çıkmaya başlamış. Odun işini de babası yüklenmiş. Ava giden kardeş birkaç gün eli boş dönünce hep birlikte ava çıkmaya karar vermişler. Topluca ormanın derinliklerine doğru gitmişler. En küçük kardeşleri ocağa odun atmış ama çevresine odunlar kurusun diye yaydığından odunlar tutuşmuş, evin tümü kül olmuş yanmış. Baba ve kardeşler avdan dönünce evin külleriyle karşılaşmışlar. Sakat kardeşlerini de bir kızağa bindirip götürdüklerine şükür etmişler. Kalacak bir yer aramışlar. Geç olduğu için ne yapacaklarını şaşırmışlar. Hep birlikte ormanın ağzındaki köylerden birine gitmeye karar vermişler. Yürümüşler yürümüşler önlerine bir kent çıkmış. Babaları: — Çocuklar burada bir köy olması gerekiyordu. Şimdi bu koca şehir nereden geldi? Deyip şaşkınlığını belirtmiş. Kentin sokaklarında dolaşmaya başlamışlar. Sokaktaki herkes onların giyimlerini kuşamlarını yadırgamış. Kimileri: — Bunlar düşmanların askerleri olabilir, demişler. Birkaçı gidip şehzadeye haber vermiş. Şehzade de merak etmiş, askerlerine: — Derhal gidip onları yakalayıp getirin, demiş. Askerler gidip onları yakalamış, getirmişler. Babası ve kardeşlerini karşısında gören büyük şehzade: — Ne arıyorsunuz, kimsiniz, diye tanımıyormuş gibi sormuş. Yaşlı baba: — Biz ormanda yaşıyoruz. Evimiz yandı, kalacak yerimiz kalmayınca kente indik, demiş. Şehzade: — Beni tanıdınız mı, demiş. Adam dikkatli bakınca iki oğlunu tanımış. Baba oğul sarmaş dolaş olmuşlar. Onları uzaktan izleyen diğer kardeşler, bu duruma bir anlam verememişler. Biraz sonra iki şehzade ile babaları diğer kardeşlerinin yanına gelmişler. Yaklaştıklarında onları tanımışlar. Birbirlerine sarılmışlar. Baba oğul bir araya gelmişler. Büyük kardeşlerinin sakat kalmasına çok üzülmüşler. Şehzadelerden biri: —Benim cebimde kuşun tüyleri var. Onları vücuduna sürersem kardeşimin vücudu iyileşir, demiş. Büyük kardeşlerinin vücuduna sürmüş, onu iyileştirmişler. Sonra hepsi bir arada mutlu olmuş, yaşamışlar.
Sihirli Yüzük
Doğu Anadolu Bölgesi
Ağrı
SİHİRLİ YÜZÜK Bir varmış bir yokmuş. Zamanın birinde çok güçlü bir padişah ve bu padişahın da sihirli bir yüzüğü varmış. Bu padişah, yüzük parmağında iken kendisine ok saplanmaz, kendisini kılıç kesmezmiş. Bir gün padişah askerleriyle bir savaşa giderken bir nehirden geçmek zorunda kalmış ve bu nehirden geçerken padişah atının ürkmesi sonucu nehre düşmüş ve nehre düşünce parmağındaki yüzük parmağından çıkmış ve bu yüzüğü de bir balık yutmuş. Ne yapıp etmişlerse o balığı bir türlü tutamamışlar. Hatta nehirde balık nesli tükenme tehlikesi ile karşı karşıya kalmış. Aradan yıllar geçmiş ve o yüzük unutulmuş. O nehrin geçtiği köylerden birinde yaşlı, zengin ama çocukları olmayan bir adam pazardan aldığı balığı evine götürüp yarınca o balığın karnından bir yüzük çıkmış. Adam yüzüğün sıradan bir yüzük olmadığını görünce, onu bir bilge adama götürmüş. Bilge adam yüzüğü görünce onun yıllar önce kaybolan sihirli yüzük olduğunu anlamış ve bunun derhal padişaha götürülmesi gerektiğini söylemiş. Adam padişahın huzuruna çıkıp yüzüğü kendisine sununca padişah çok sevinmiş. Genç olan padişah bu yüzükle ülkesinin sınırlarını genişletip halkını zenginliğe kavuşturacağı sözünü vermiş. Bu arada yüzüğü getiren adama dileği sorulunca adam: -Sadece soyumu devam ettirecek bir evlat istiyorum demiş. Bunun üzerine padişahın emriyle en iyi hekimler oraya getirilmiş ve adamın isteği gerçekleştirilmeye çalışılmış. Adamın isteği gerçekleşmiş ve adamın o yaştan sonra bir oğlu olmuş. Yüzüğü alan padişah gücü kendinde toplayınca halkına verdiği sözü unutmuş ve zevke eğlenceye kaptırmış kendini. Halk gün geçtikçe daha da fakirleşmiş. Düşünmüşler ve sonunda yine o bilge adama gitmişler. Bilge adama çıkan halk, biraz da ona kızmışlar ve demişler: - O yüzüğü padişaha sen verdirdin fakat onunla bize zulmediyor. Şimdi ondan kurtulmanın yolunu da bize ver. Bilge onlara: -Bana padişaha o yüzüğü veren adamın oğlunu gönderin ki size yardımcı olayım demiş. Aynen dediğini yapmışlar. Adamın oğlu bilge adama gitmiş. Bilge adam ona bir sır verip padişahın üzerine salmış. Uzun mücadeleden sonra padişah ölmüş ve halk huzura kavuşmuş. Adamın oğlu da padişah koltuğuna oturmuş. Yemişler, içmişler, murtlarına ermişler.
Padişah Olan Nohut Oğlan
Doğu Anadolu Bölgesi
Ağrı
PADİŞAH OLAN NOHUT OĞLAN Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, zamanın birinde bir ülkede bir padişah varmış. Bu padişahın hiç çocuğu yokmuş. Hekimlere danışmış, büyüler yaptırmış ama hiç sonuç alamamış. Ülkede ne kadar hekim varsa bir kapıdan gidiyorlar. Padişah bunları tek tek dinliyor, öğütlerini alıyor, öbür kapıdan uğurluyormuş. Bir gün üstü başı dağınık, zayıf kara kuru bir adam gelmiş. Sarayın kapısındaki nöbetçiler: -Giremezsin yasak! Demişler. Adam: -Ben büyü yaparım padişahla görüşmek isterim demiş. -Büyücüler arka kapıdan saraya girerler, ancak oradan girebilirsin demişler. Büyücü gösterilen kapıdan saraya girmiş. Bunu doğruca padişahın huzuruna almışlar. Büyücü: -Sizinle görüşmek için on günlük yoldan geldim. Sizi kötü bir büyücü bağlamış. Yaptığı büyüyü denizin yedi kat dibine atmış. Bulunup alınsa bile sizin çocuğunuz doğarsa küçücük, çakıl taşı kadar boyu olur demiş. Padişah bunu duyunca sevinmiş, çığlıklar atmış. Sonra büyücüye dönmüş. -Söyle büyücü… bildiklerini söyle, denizin yedi bin katında da olsa o kara büyüyü gidip alır getiririm. Demek çocuğum olacak ha! Demiş. Yaptıkları kara büyü nedir? Söyle! Aman büyücü söyle ki seni altına, paraya boğayım demiş. -Padişahım, kırk çalı dikenini sizin gömleğinize saplamış, denizin yedi kat altında kara bir balığa giydirmişler. Eğer balıktan çıkartıp, dikenleri sökerseniz bu iş olur. Ama yedi kat denizin dibine attıkları için eğer çocuğunuz olursa boyu normal insan boyu gibi olmaz. Çok küçük olur demiş. Padişah haznedarını çağırtmış, altın istemiş. Altınlar gelince büyücünün kaybolduğunu görmüş, padişah üzülmüş. Ama bir çocuğa kavuşacağı için de çok mutlu imiş. Derhal ülkesinin her yerine adam çıkartmış. Yedi kat denizin dibinden padişahın gömleğini kara balıktan kim çıkarsa ona hazinesinin yarısını vereceğini buyurtmuş. Gençler delikanlılar birer birer saraya gelmişler. Toplanmışlar. Davullarla denizin ağzına gitmişler. Herkes dalmış ama kimse yedi kat dibe dalamadan ya çıkmış ya da ciğerleri patlayıp balıklara yem olmuş. Birinci gün kimseden sonuç alınmamış. Padişah üzgün sarayına dönmüş. Ertesi gün balıkçılar gelmişler, dalmışlar. Bir sonuç alınamamış. Son gün kimse gelmemiş, padişah akşama kadar beklemiş. Denize dalan çıkmamış. Hatta bazı kimseler padişaha bile: -Sırf bir gömlek için bu kadar genci öldürmek insan işi değil diyorlarmış. Padişah üzülmüş. Artık geri döneceği sırada bakmış yine o büyücü gelmiş. -Padişahım gömleği kimse çıkaramadıysa ben çıkarmak istiyorum demiş. Padişah: -Hay hay demiş sevinmiş. Büyücü soyunmuş, denizin ağzına inmiş. Bir şeyler mırıldanmış, birden bembeyaz bir balık olmuş. Suya dalmış. Padişah şaşırmış. Biraz sonra adam ağzında bir gömlek, bir elinde siyah bir balık çıkmış. Siyah balığı tekrar denize atmış. Sonra çıkıp gömleği padişaha vermiş. Padişah gömleği almış, teşekkür etmiş. Büyücü kaybolmuş. Sarayda gömlekteki dikenleri teker teker çıkartıp ateşe atmış. Her diken tanesi yanınca bir “ah!” sesi yükseliyormuş. Dikenler bitmiş padişah gömleği sırtına giymiş. Aradan zaman geçmiş padişahın karısı hamile kalmış. Doğuma yakın ülkede bayram ilan edilmiş. Her yerde eğlenceler düzenlenmiş. Saraya hekimler çağrılmış. Hekimbaşları kadının başında beklemişler. Günü gelmiş, kadın doğurmuş. Sonunda mini mini bir çocuk dünyaya gelmiş. Eli ayağı her yeri tamammış. Ama boyu bir parmak boyunu geçmiyormuş. Çocuğu almış, sarmalamış, bir altın beşiğe koymuşlar. Padişah sevinmiş. Ülkesinde açları doyurmuş, çıplakları giydirmiş. Aradan zaman geçmiş, çocuk o boyuyla o miniciliğiyle kalmış. Bir santim bile uzamamış. Gün geçmiş çocuk baba demeğe, anne demeğe başlamış. Sonunda konuşmayı sökmüş. Çocuğa bir ad bulunamamış. Herkes de ona: -Çöp çocuk -Nohut oğlan -Fasulye kadar çocuk -Çakıl taşı kadar çocuk derken, nohut oğlan adı daha çok söylenmeye başlanmış. Böylece çocuğa nohut oğlan adı ad olarak kalmış. Gel zaman git zaman Nohut oğlan büyümüş, dolaşmaya başlamış. Padişah babası ona minik elbiseler yaptırmış, minik bir kılıç hazırlatmış. Nohut oğlan kılıcıyla sarayın bahçesinde hem dolaşıyor hem de kendini nasıl savunacağını öğrenmeye çalışıyormuş. Padişah babası da pencereden onu gözlüyormuş. Nohut oğlan dolaşırken aniden bir kartal süzülmüş. İki ayağını omuzlarına taktığı gibi nohut oğlanı alıp göklere yükselmiş. Padişah bağırmış, çağırmış, en usta okçularını çağırtmış. Nişan aldırtmış, yaylar boşalmış ama kartal gözden kaybolmuş. Padişah saçını başını yolmuş ama fayda etmemiş. Atlılar çıkartılmış. Kartalın gittiği yönde nohut oğlanı aramağa başlamışlar. Nohut oğlan kartalın pençeleri arasında göklere yükselirken korkudan tir tir titriyormuş. Önceleri bağırmış ama ses alamayınca bundan vazgeçmiş. Kartal gökte nohut oğlanı gagalamaya başlamış. Nohut oğlan kılıcını çekmiş, kartal gagasını uzatınca onu dokundurmuş. Kartal gagalamaktan vazgeçmiş. Sonunda sarp bir kayanın tepesinde kartalın yuvasına inmişler. Orada iki tane de kartal yavrusu varmış. Kartal yavrularının artık uçma zamanı da gelmiş. Kartal, Nohut oğlanı yuvaya bırakmış, havalanıp gitmiş. Kartal yavruları önce ona saldırmak istemişler. Ama vazgeçip oğlanla dost olmuşlar. Büyük kartal yavrusu bir uçuş denemesi yapmış, havalanıp uçmuş. İkinci yavru da havalanmış. Kartal yavrusu Nohut oğlanı sırtından tutup dağların ötelerinde görünen bir saraya götürmek istemiş. Kartal yavrusu, Nohut oğlanla göklerde dolaşmış. Sonra onu alıp sarayın bahçesine doğru süzülmüş. Saraya yaklaşınca çok büyük bir kalabalığın toplandığını görmüşler. Orta yerde bir boşluk, boşlukta da basamaklarla çıkılan bir masa varmış. Kartal pençesinde nohut oğlanla yaklaşınca alkışlar kesilmiş, sesler durmuş. Herkes merakla gözlerini onlara dikmiş. Biraz sonra Nohut oğlanı masaya bırakan kartal yavrusu yükselip gitmiş. Önce bir şaşkınlık olmuş. Çok küçük bir insanı görünce herkes bir alkış bir bağırtı içinde kendini bulmuş. Biraz sonra birkaç tane yaşlı adam çok saygılı bir biçimde basamakları çıkıp Nohut oğlanın önünde eğilmişler. Ona: -Sizi Allah gönderdi. Bundan sonra ülkemizin padişahı sizsiniz demişler. Nohut oğlan şaşkınlıkla: -Ben mi? Diyebilmiş. Adamlar: -Eski padişahımız dün öldü. Geleneğimize göre bugün akşama kadar bekleyecektir. Kim gelirse, saraydan kim içeri adımını atarsa o padişahımız olacaktı. Siz geldiniz. Padişahımız da sizsiniz demişler. Nohut oğlanı almış padişahın tahtına oturtmuşlar. Nohut oğlan çok küçük olduğu için tahtın içinde ancak görünüyormuş. Ona özel bir taht yaptırmışlar. Altından, zümrütten işlemişler. Nohut oğlan sarayın bütün işlerini kısa zamanda öğrenmiş. Ülkesini çok güzel yönetmiş. Ülke zenginlik içinde komşularını geçmiş. Ülkesi düzelince Nohut oğlanın padişahlığını çekemeyenler de artmış. Bir gün onu kaçırmayı planlamışlar. Bir tören sırasında kalabalıkta Nohut oğlanı alıp kaçırmışlar. Önceleri kimse Nohut oğlanın kaçırıldığını anlamamış. Tören bitmiş, Nohut oğlan ortalıkta görünmemiş. Sarayın ileri gelenleri aramış taramış, sormuş soruşturmuşlar Nohut oğlanı gören çıkamamış. Saraydaki herkes üzülmüş. Günlerce Nohut oğlanın gelmesini beklemişler. Nohut oğlanı kaçıranlar onu götürüp bir odaya kapatmışlar. Günlerce aç kalmış. Bir gün evin içini araştırırken odanın duvarında bir delik görmüş. Bu bir fare deliğiymiş. Nohut oğlan kılıcını çekmiş, delikten içeriye dalmış. Saatlerce yürümüş. Deliğin çıkış yerine gelmiş. Bir taşın altından ormanlık bir alana gelmiş. Nohut oğlan bu tünelde yürürken bir fareye rastlamadığına da sevinmiş. Çıktığı yerin neresi olduğunu bilmiyormuş. Karnını otlarla doyurmuş. Birkaç gün yürümüş. Nereye gittiğini, hangi yönde olduğunu bilmeden yürümüş. Bir açık alana gelmiş. İleride deve çıngırakları işitmiş. Yaklaştığında dinlenme sırasında bir kervan görmüş. Nihayet bir kente gelmiş. Kentin girişinde mola vermiş. Kervan sahipleri kendi aralarında konuşurken Nohut oğlan bir sarayın yanında olduklarını anlamış. Kervancılar: -Bu akşam kumaşımızı saraya, padişaha götürelim. -Padişahın karısına hediyelikleri hazırlayalım da öyle gidelim. -Oğlu nasılmış? -Küçük bir şeymiş, parmak kadar çocukmuş. Bu sesleri işitince Nohut oğlan heyecanlanmış. Bu sarayın babasının sarayı olduğunu anlamış. Kervancılar saraya hediyelik eşyaları götürürken Nohut oğlan kimseye görünmeden eşyaların arasına saklanmış. Kervancılar saraya gitmişler. Padişah onlara yemekler vermiş. Onlar da getirdikleri hediyeleri vermişler. Padişah hediyeleri açıp bakarken Nohut oğlan birden ortaya çıkmış. -Babacığım demiş Padişah önce şaşırmış hayal görüyorum sanmış. Dikkatlice bakınca bunun oğlu olduğunu anlamış. Hemen sarılmış oğluna. Karısını çağırtmış. Baba oğul, ana oğul yeniden kavuşmuşlar. Padişah kervancılara hediyeler vermiş. Nohut oğlan başından geçenleri babasına anlatmış. Padişah çok sevinmiş. -Zaten ben yaşlandım tahtımı sana bırakıyorum demiş. Böylece Nohut oğlan padişah olmuş, yemiş içmiş muratlarına ermişler.
Cengaver Cenger
Doğu Anadolu Bölgesi
Ağrı
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde bir değirmenci varmış. Bu değirmencinin çocuğu olmazmış. Günün birinde yoldan geçen bir kafileden bir kadın konakladıkları yerde bu nur yüzlü, çocuğuna iyi bir gelecek kazandırır düşüncesiyle değirmenciye durumu açar ve o da sevinerek kabul eder bunu. Değirmenci ve hanımı o gün evliliklerinin en mutlu gününü yaşarlar. Çocukları Cenger ile adeta evlerine ikinci bir güneş doğmuş. Zaman ilerledikçe bu çocuk büyümüş ve iri yarı bir pehlivan olmuş. O civardaki hiçbir genç bunun bileğini bükememiş, sırtını yere getiremez olmuş. Cenger’in namı kısa sürede ülkeye yayılmış ve bunu duyan padişahın adamları hemen padişaha durumu iletmişler. Padişah da: — Tez elden sarayıma getirile, diye emir vermiş. Bunun üzerine askerler değirmencinin yurduna doğru harekete geçmişler. Değirmenciye durumu bildirip oğlunu istemişler. Değirmenci: — Ferman büyük yerden deyip gözü yaşlı bir şekilde oğlunu uğurlamış Cenger padişahın emrinde kısa sürede en üst yetkili olmuş ve komşu ülkelerin korkulu rüyası olmuş. Cenger’in emrindeki padişahın ordusu ülke sınırlarını günbegün genişletmiş. Bu durum diğer padişahların canını sıkmış ve Cenger’i öldürmek için denemedik yol bırakmamışlar. En azgın devlerle bile kahramanca savaşan Cenger’in, değirmenci anası ile babasını öldürmeğe karar vermişler. Bir gün Cenger’in haberci kuşları ona annesi ve babasının öldürüldüğü haberini getirmişler. Bunu duyan Cenger hızla yurduna doğru ilerlemiş ve babasının son nefesine yetişebilmiş. Ancak babası Cenger’i görünce olup biteni anlatmış ve onun kendi öz oğlu olmadığını söylemiş. Bu olanlar üzerine Cenger, amansız rakipleri tarafından babasız ve soysuz yiğit olarak anılmış ve padişahla da araları bozulmuş. Bu tehlikeyi sezen Cenger bir akşam kaçmış ve kendini gizleyip sıradan bir adam gibi komşu ülkeye sığınmış. Günler haftaları, haftalar ayları, aylar da yılları kovalamış ve Cenger sonunda öz annesini bulmuş. Cenger’in yokluğundan yararlanan diğer ülkeler Cenger’in öz yurdunu abluka altına almışlar. Onlar savaşa devam etsin biz gelelim Cenger’e, Cenger annesinden geldiği ülkenin padişahının oğlu olduğunu öğrenir. Annesi Cenger’in sırtındaki nişanın babası tarafından bırakıldığı haberini verip onu babasına yardım etmesi için geri gönderir. Cenger babasının sarayına gizlice girer ve babasına olup bitenleri anlatıp nişanını gösterir. O gece padişah ve oğlu kendi yerlerinde gözü olan ve kendilerini çekemeyenleri gizlice öldürürler. Sabah Cenger ve babası askerlerin başında amansız bir savaşa girerler ve uçsuz bucaksız topraklar üzerinde ana baba ve oğul mutlu bir yaşam için yıllardan sonra bir araya gelirler. Memlekette kırk gün kırk gece şenlikler düzenlenir. Onlar erer muradına, biz çıkalım kerevetine.
Nasip
Doğu Anadolu Bölgesi
Ağrı
NASİP Bir varmış bir yokmuş. Zamanın birinde bir kral varmış. Bu kral bir gün ülkesini gezmiş. Bir buğday tarlasının içinden geçerken, oradan bir buğday seslenir. -Hey adam adam! Ben Meşrık padişahının oğlunun nesibiyem. Yan taraftaki arpa tarlasından bir arpa da: -Men de Mağrip padişahının kızının atının nesibiyem deyir. Kral uşahlarına emir vererek özel bir ambarda sahlanmalarını istir. Aradından da ekler diyir ki: -Bunlar benden habersiz çıharılmayacah. Gel zaman git zaman bi kış günü kral emredir. -Arpayı atıma, buğdayı da mana hazırlayın. Kralın emri yerine getirilir. Ahşam kral sofrasına otururken aniden kapı çalınır ve bir Allah misafiri gelir. Kral misafiri yemeğe oturtur ve yemekler yendikten sonra kral adama sorar: -Sen kimsen, nerden gelirsen? O da: - Men Meşrık padişahının oğluyam. Babamın Mağrıp padişahının kızına hediye ettiği atı oraya götürmeh için yola çıhdım diyir. Kral da biraz düşinir ve deyir: -Heç kimse nesibi bilmez. İşte nesip buna deyirler.
Hazinenin Kapısını Açan Mercimek Çocuk
Doğu Anadolu Bölgesi
Ağrı
  Bir varmış, bir yokmuş. Zamanın birinde, bir ülkede bir çocuk varmış. Bu çocuğun boyu mercimek kadar olduğundan herkes ona Mercimek Çocuk diyormuş. Çok küçük olduğundan onu evden çıkaramıyorlarmış. Ona ayrılan yerinde her gün oynuyor, yorulunca da oracıkta uyuyormuş. Annesi gelir üstünü örter ama gözünü ondan ayırmazmış. Bir gün Mercimek Çocuk: — Anneciğim ne olursun beni dışarıya çıkarsana, demiş. Annesi: — Olur, demiş. Mercimek Çocuğu almış dışarıya kendisi ile birlikte çıkarmış. Bir dere kenarında oturmuşlar. Annesi oğluna şarkılar söylüyor, onunla konuşuyormuş. Mercimek Çocuk annesinin çevresinde dolaşıyor, otların üzerinden atlıyor, annesinin öğrettiği şarkıları söylüyormuş. Annesiyle böyle eğlenirken aniden bir kartal gökten süzülmüş. Mercimek Çocuğu aldığı gibi kapıp götürmüş. Mercimek Çocuk: — Anneciğim beni kurtar, dediyse de yararı olmamış. Kartal yükselip gözden kaybolmuş. Bir müddet gökte dolaştıktan sonra Mercimek Çocuk kartalın bir dağın tepesindeki sert kayalıklara konduğunu görmüş. Kartal sıkıca tuttuğu Mercimek Çocuğu yuvaya serbest bırakıp aniden havalanmış. Mercimek Çocuk buna sevinmiş. Yuvadan çevreye bakmış, kartalın onu kapıp getirdiği köyü uzaktan görünüyormuş. Yuvadan çevreye inmenin de mümkün olmadığını anlamış. Eğer kartal gelirse kendisini yiyeceğini biliyormuş. Hemen oracıkta yuvanın içindeki çöplerin, yaprakların arasına saklanmış. Kartal havalanınca Mercimek Çocuk yuvada saklanmış. Akşamüstü kartal gelip yuvasına konmuş. Gece boyu orada kalmış. Sabahleyin havalanınca Mercimek Çocuk kartala hissettirmeden çıkıp kanatlarının arasına binmiş. Kartal aşağıdaki köyün üzerine doğru inmeye başlamış. Sonunda Mercimek Çocukla annesinin oturduğu derenin kıyısına konmuş. Mercimek Çocuk hemen tüylerinin üzerinden kayarak aşağı atlamış. Artık bundan sonra eve gitmek kolaymış. Otların arasına saklanmış, birazdan kartal havalanıp gitmiş. Mercimek Çocuk otların, taşların arasından günlerce aç acına yürüyerek evine varmış. Evine vardığında anasını iki gözü iki çeşme ağlar bulmuş. Hemen: — Anneciğim ben geldim, demiş. Annesi oğlunun sesini duyunca yerinden sıçramış. Gelmiş oğlunu kucaklamış. Babasına haber göndermişler gelmiş. Oğlunu sağ salim görünce sevinmiş. Günler günleri kovalamış Mercimek Çocuk artık evden bir adım bile ayrılmıyormuş. Bir gün bir tellalın bağırdığını duymuş. Tellal şöyle diyormuş: — Duyduk duymadık demeyin. Padişahımızın hazinesinin demir kapıları kitlenmiş. Ülkenin bütün demircileri, mühendisleri toplanmış uğraşmış açamamışlar. Kapıyı açacak kişi hazineden ne kadar isterse altın alabilecek. Mercimek Çocuk babasına: — Babacığım beni götür o kapıyı açacağım,demiş. Babası şaşırmış. — Nasıl açacaksın kapıyı, demiş. — Beni kapının altından içeri koy, belime de çok uzun bir ip bağla, ben içerden ne dersem onu yap gerisine de karışma, demiş. Babası da: — Olur, demiş. Ertesi gün babası istenilenleri almış. Mercimek Çocuğu da cebine koyarak saraya gitmiş. Nöbetçilere: —  Beni padişaha götürün, demiş. Nöbetçiler padişaha götürmüşler. Padişah: — Ne yapacaksın, diye sormuş. Adam: —  Hazinenin kapısını açacağım, demiş. Padişah: — Kimse açamadı sen mi açacaksın, diye sormuş. Adam: — Evet padişahım, demiş. — Nöbetçiler hemen hazine odasına gidin, kapıları bu adam açacak, demiş. Adam kapının yanına gelmiş. Cebinden Mercimek Çocuğu çıkarmış. Beline getirdiği ipi sarmış. Kapının altında içeri bırakmış. Mercimek Çocuk içeri girmiş, biraz sonra çıkmış. Babasına: — Beni kaldırıp şu anahtar deliğinin içine koy, demiş. Mercimek Çocuk anahtara ip bağlamış. İpin ucunu delikten içeriye atmış, kendisi de kapının altından içeri girmiş. Babası anahtarı deliğe sürmüş. Mercimek Çocuk içeri çekmiş. Anahtar takılmadan yerini bulmuş. Askerlerle babası anahtarı çevirmiş, kapı açılmış. Hemen koşmuş padişaha haber vermişler. — Padişahım kapıyı açtılar. Padişah: — Çok iyi, demiş. Padişah koşarak hazine odasının önüne gelmiş. Açık kapıyı görünce sevinmiş. Hemen hazineci başına emretmiş. — Bunların ağırlıklarının iki misli altın verin, demiş. Baba ile oğula ağırlıklarının iki misli altın verilmiş. Baba ile oğul altınlarını almış, evlerine dönmüşler. Böylece yemiş, içmiş, muratlarına ermişler.
Padişahın Konuşmayan Kızı
Doğu Anadolu Bölgesi
Ağrı
  Bir varmış bir yokmuş. Zamanın birinde bir padişah ve bunun evlilik çağın gelmiş heç konuşamayan bir kızı varmış. Padişah tellallar çağırtır ve kızını konuşturana kızını vereceğini duyurtır. Ülkenin dört bir yanınnan adamlar gelmiş ve kızı konuşturmağa çalışırlar. Bir hafta aradan geçir ve o zamanda kimse kızı konuşturamiyir. Günler geçedursun bu olaya padişah da kızmağa başlir. Derken günün birinde iyi kalpli bir demircinin oğlu çıhagelir. Bu oğlan diyir: — Men sadece bir hekat* anlatıp gidecem. Başlar hekatini annatmağa. Ama iki sevgülünün aşk hayatını annadan çoh acıhlı bit hekatmiş. Bu oğlan annadırken ordakilerin hepsinin ağzı açıhtda kalır. Bu oğlan hekatın en güzel yerinde durur ve deyir: —  Bundan sonrasını sadece padişahımı annatacağım. Oğlan padişaha annadır ve ordan gidir. Onnan sonra gelen heç kimse kızı konuşduramir, yarışma da bitir. Aradan altı ay geçir, bir gün padişahın kızı babasına deyir. — Baba o hekatın sonu nasıl bitir mana annat. Padişah buna çoh sevinir ve kızını demircinin oğlunan evlendirir.   *hikaye
Sandıktan Çıkan Kız
Doğu Anadolu Bölgesi
Ağrı
SANDIKTAN ÇIKAN KIZ Bir varmış bir yokmuş. Zamanın birinde, bir ülkede bir padişah varmış. Bu padişahın bir kızı varmış. Padişahın kızı evlenecek çağda imiş. Kıza kim görücü gelirse, kız kimseyi kabul etmiyormuş. Vezirin oğlu istemiş, lalanın oğlu istemiş. Kız hepsine hayır demiş. Bu arada kızın yaşı da geçiyormuş. Artık padişahın ülkesinde herkes evlenmeyen kızı konuşuyormuş. Padişah bunu duyunca çok sinirlenmiş. Vezirini çağırtıp: -Tez gidin kızımı çağırın gelsin demiş. Vezir: -Başütüne deyip koşup gitmiş. Kızı alıp babasının huzuruna çıkarmışlar. Padişah: - Bak kızım senin evlenmemen konuşuluyor. Bu benim gibi bir padişahın şanına yakışmaz. Yarından tezi yok seni bir sandığa koyup pazarda sattıracağım. Kim alırsa sandığı seni onunla evlendireceğim demiş. Bu durum kızın da hoşuna gitmiş. -Evet demiş. Ertesi gün padişah cevizden bir sandık yaptırmış. Kızı sandığın içine koyup iki vezirine vermiş. Vezirler elbiselerini değiştirip satıcı kılığına girmişler. Sandığın içindeki kızı sırtlayıp pazara götürmüşler. Padişahın emri gereği bağırmışlar. -Sandık var, sandık alan! Alan pişman almayan pişman! Bakarlar ki herkes bu sese doğru geliyor, sandığa bakıyor, sonra satanlara dönüp: -Kardeşim niye alan pişman almayan pişman diyorsunuz? Diye sormaya başlamışlar. Onlar da: -Bilmem padişahın emri demişler. O gün pazara yaşlı bir kadının oğlu da evin ihtiyaçlarını görmek için evin tek ineğini getirip satmış. Annesinin istediği ihtiyaçları alırken sandık satanlarla karşılaşmış. Onların: -Sandık var, sandık alan! Alan pişman almayan pişman! Sözleri dikkatini çekmiş. Oğlan biraz safça olduğu için de merak etmiş. Yaklaşmış satıcılara: -Niye alan pişman almayan pişman diyorsunuz? -Padişahın emri. -Ne var ki içinde? - Ben alsam olur mu? Demiş oğlan. -Olur demişler. Oğlan ineğin parasını çıkarmış, saymış, sandığı satın almış. Sandığın anahtarını istemiş. Satanlar: -Anahtarı yok böyle satılıyor demişler. Oğlan sandığı yüklenmiş, köyüne doğru gitmiş. Akşam kan ter içinde evine varmış. Anası sormuş: -Söylediklerimi aldın mı? -Yok ana - Peki ne cehenneme gittin pazara, ineği ne yaptın? -Bak ana ineğin parasıyla bir sandık aldım ki görme. Hem alan pişman hem almayan pişman diye bağırıyorlardı. Gel bak ben aldım, pişman olmadım demiş. Anası gelmiş sandığa bakmış. -Hani anahtarı? -Bunun anahtarı olmazmış. -Ne diye aldın? Demiş oğluna. Kızmış, bağırmış. Ama çaresiz sesini kesmiş, gitmiş bir köşede ağlamış. Sandığı odalarının bir köşesine yerleştirmişler. Ertesi gün kadın bir yakın komşusunun evine oturmaya gitmiş. Akşamüzeri komşusundan kalkıp evine gitmiş. Kapısını açtığında şaşırmış. Her taraf pırıl pırılmış. Kapkacak yıkanmış, etraf süpürülmüş, yemekler yapılmış. Kadın şaşkınlık içinde evinde bir aşağı bir yukarı dolanıp durmuş. Kendi kendine: - Kim yapar bunu acaba? Diye düşünmüş. Akşam oğlu gelince bu değişikliği farketmiş. -Ana bu temizlik ne böyle? Sanki gençliğin tutmuş valla demiş. Anası ses etmemiş. Ertesi gün başka komşusuna gitmiş. Döndüğünde yine aynı şeylerle karşılaşmış. Bu kez: - Bu evde biri var demiş. Evi altını üstüne getirmiş, ama kimseye rastlamamış. Bir sonraki gün yine aynı saatte evden çıkar gibi yapmış, kapıyı çarpmış ama içeriye saklanmış. Bakmış sandıktan bir tıkırtı gelmiş. Sandığın kapağı açılmış. İçinden güzel bir kız çıkmış. Eline süpürgeyi almış, başlamış evi süpürmeye. Kapları, kacakları yıkamış, yemekleri yapmış. Tam sandığa girecekken kadın kızı saçlarından yakalamış. -İn misin, cin misin? Diye sormuş. -Ne inim ne cinim demiş. - Ya nesin, ne arıyorsun evimde? Demiş. Kız da: - Saçlarımı bırak da anlatayım demiş. Kız anlatmış olup bitenleri anlatmaya. Sonra kadına dönüp: -İzin ver evinde kalayım, padişah babam bu kez de evlenmezsem beni keser demiş. Kadın: -Peki demiş. Kadın kızı oğluna istemiş, haber padişaha gitmiş. Düğün dernek kurulmuş, kırk gün kırk gece düğün olmuş. Yemiş içmiş, muratlarına ermişler.  
ŞİFA ÇİÇEĞİ
Doğu Anadolu Bölgesi
Ağrı
ŞİFA ÇİÇEĞİ Bir varmış, bir yohumuş. Zamanın birinde Türh illerinde çoh merhametli bir padişah varmış. Bu hükümdarın hanımı çaresiz bir hastalıhdan dolayi ölir ve çoh sevdiği kızı Sevginaz ile yaşamaya başlarlar. Aradan yıllar geçir ve annesinin yohluğundan dolayı Sevginaz da bu hastalığa yahalanir. Hükümdar bu biricih kızını kaybetmemek için her yoli denir ve her şeyini vereceğini söylir. Tüm hekimler, falcılar, büyücüler bir çözüm bulmaya uğraşırlar ama bir sonuç almazlar. Vezirin çoh akıllı bir oğlu varmış. Bu kılıcını kuşanıp atına binir ve memleketin tüm akıldanelerinin fikrini almağa gidir. Haftalarca gezir ve sonunda Ağri Dağı’nın tepesinde yaz sonunda açan bir çiçeğin onu kurtaracağını öğrenir. Tabi o dağa çıhmah da imkânsız imiş. Vezirin oğli o akıldanelerden nasıl çıhacağını da öğrenir. Vezirin oğli bir gün dağa tırmanir, üç gün dinlenir. O çıhmağa dursun biz gelelim Sevginaz’a. Sevginaz hastalıhtan dolayi erimiş bi çocuh gibi olmuş, artıh ölmeh üzere. Bi gün düşünde anasıni görir. Anası çiçehler içinde oturir ve ona şifa göndereceğini söylir. Ama ona dayanması gerehdiğini tembih edir. Bu düş üzerine Sevginaz ümitlenir ve moral bulir. O , moral bulsun biz gidelim vezirin oğluna. Vezirin oğli tepeye ulaşir ama çiçeh daha açmamış. Oni bi hafta beklir ve çiçeh açir. Çiçeği toprağınnan alir ve Sevginaz’a ulaşdırir. Vezirin oğli çoh yorulduğunnan baygın şekilde yatağa düşir ve Sevginaz o çiçeği yiyip bir haftada ayağa kalhir. Bu arada baygın olan vezirin oğluni bit türli ayıdamazlar. Herkes oni ayıtmağa çalışsın. Sevginaz diyir men oni ayıldıram. Gidir. Vezirin oğluni kaşlarınin çatınnan öpir ve bunun üzerine oğlan kendine gelir. Hükümdarnan vezir bunnarı evlendirir ve o güne keder heç görülmemiş dillere destan bir düğün yapilar ve herkes muradına erir. Onnar erdi muradına biz de çıhah kerevetine.
Tek Gözlü Devin Mağarasındaki Kızla Çoban
Doğu Anadolu Bölgesi
Ağrı
TEK GÖZLÜ DEVİN MAĞARASINDAKİ KIZLA ÇOBAN Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde zamanın birinde bir çoban varmış. Bu çoban çok akıllı ve çalışkan biriymiş. Her gün köyün koyunlarını alır, dağ bayır demeden otlatır, karınlarını doyurtur öyle köye getirirmiş. Bir gün köyde bu çobanı çekemeyen daha genç çobanlar onun sürüsünden koyun çalıp, köylülere bunu yediğini, kimini de yolculara sattığını söylemişler. Çoban: —Doğru değil! Dediyse de anlatamamış. Sonunda köylüler çobanı kovmuş. Çoban o köyden ayrılmış, yola düşmüş, başka bir ülkeye gitmeye karar vermiş. Günlerce yol yürümüş. Sonunda bir dağ başına gelmiş. Oracıkta bir çeşmenin başında oturmuş. Dinleniyormuş. Bakmış ki öyle bir fırtına koptu ki ağaçlar çatırdamaya başlamış. Çoban hemen kalın bir ağacın gövdesine sinmiş. Otlardan sıkı sıkı tutmuş. Biraz sonra gürültü bağırtıyla su içmeye koca bir devin geldiğini görmüş. Dev eğilmiş, koca pınardan suları içmiş, kurutmuş. Sonunda oradaki otlara sırtüstü uzanıp horlayarak uyumuş. Çobanın ekmeği yokmuş. Bakmış ki devin sırtına bağlı çantada kavrulmuş etler, yemekler, ekmekler var. Yavaşça yakalamış. Çoban çok korkmuş. Dev onu kaldırmış bakmış, demiş ki: —Ey insanoğlu! Ne ararsın ekmek torbamın içinde? Çoban:  — Günlerdir açtım. Ekmek kokusuna dayanamadım demiş. Dev: — Seni şimdi dişlerimin arasına atayım mı? Demiş. Çoban: — Elindeyim. Bana sormana gerek var mı? Demiş. Bunu söylemesi devin hoşuna gitmiş. Gülmüş adamı yere bırakmış. Çoban deve dikkatlice bakınca onun tek gözlü olduğunu görmüş. Tek gözlü dev: — Benim işlerimi görürsen sana istediğin kadar yiyecek vereceğim demiş. Çoban: — Ya yemeğe kalkarsan? Diye sormuş. Tek gözlü dev: — Hayır, söz veriyorum yemem demiş. Tek gözlü devle çoban yürüyerek devin mağarasına doğru gitmişler. dev mağarasını çobana gezdirmiş. Bir odayı çobana göstermemiş. Anahtarı yanına tekrar almış, gelmiş uzanmış, uyumağa başlamış. Çoban devin cebinden anahtarı yavaşça almış, mağaradaki odalardan devin açmadığı odayı açmış. Bakmış ki içinde bir kız. Kız ona: — Çabuk kaç, birazdan dev uyanırsa seni getirir buraya hapseder, sonra yer demiş. Çoban kızı almış gelmiş, bakmış dev hala uyuyor. Kız:  — Bu devi uyandırmadan öldürmek gerekiyor demiş. Çoban: — Nasıl öldürmeli ki? Gücümüz yetmez ki demiş. Kız: — O koca dev tek gözünden ölür demiş Hemen oracıkta duran bir demir parçasını ateşte kızartmış, devin o tek gözüne sokmuşlar. Dev çığlıklar ata ata bağırmış, ölmüş. Çoban kızı almış, devin mağarasındaki her şeyini yüklemiş, getirmiş köyüne. Yemiş içmiş mutlu olmuşlar.
Cırtlan ile Bırtlan'ın Ettikleri
Doğu Anadolu Bölgesi
Ağrı
CIRTLAN İLE BIRTLAN’IN ETTİKLERİ Bir varmış bir yohmuş. Allah’ın kuli çohmuş. Zaman zaman içinde kalbur saman içinde. Develer tellal iken pireler berber iken ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken bir ülkede iki kardeş varmış. Birisinin adı Cırtlan, birisinin adı Bırtlan. Bunnar fakirmişler, bir sonbahar ayında savuhlar başlamış. Savuhlar başlayınca bu iki kardaş demişler gideh ormannan biraz odun temin edeh. Bu iki kardeş iplerini sırtlarına alilar, ormana doğri yürüyorlar. Ormanda epeyi yürüdühten sora bi odun tarlasına rastgeliyorlar. Odunlarıni toplayıp, kesip, denk edip, sırtlarına alıp yola düşerlerken önlerine bir cadı çıhar. Cadı diyi: — Çocuhlar siz ne dolaşışız? Onlar da: — Valla kıştır geldih odun falan götürmeye evimize. Cadı demiş: — Gelin sizi bu gece misafir edim, geşdir yarın sabah gidersiz. Şimdi yolunizi falan kaybedersiz. Bunlar da cadıya inanarah onun misafiri olurlar. Cadı ahşam bunlara bişeyler hazırliyi. Cırtlan bahi bu cadının niyeti köti. Cadı bunları yiyeceh. Cırtlan diyi: — Bırtlan, Bırtlan! — Ne var kardeş? — Valla bunun niyeti kötüdür. Bu bizim başımıza bi iş açacah. Bu bizi yiyeceh. Bahalım nolacah diyi Bırtlan. Cadı bunnarın yatahlarını hazırliyi, ahşam olunca bunnar yatahlarına gidiyorlar. Cadı ikide bir kontrole geli bunnarı yemeh için. Eğer uyuyuplarsa bunnarı yiyeceh. Gelip diyi: — Kim yatıp, kim uyah? Cırtlan diyi: — Curtlan bala uyah. — Cırtlan sen niye uyah? Diyip cadı. O da — Valla anam ahşam bi kuzi kızartırdı ben yerdim sonra yatardım. Cadi gidi bi kuzi kesi ona kızarti. Bu da zamannan istifade edip sabahın açılmasını behliyi. Onnan sonra cadi kuzuyi geteri bunnara . Cırtlan’nan Bırtlan kuzuyi yedihten sonra, cadi yine geli sori: — Kim yatıp, kim uyah? Cırtlan diyi: — Cırtlan bala uyah —Ya Cırtlan bala sen niye uyah diyi. — Abla anam mana ellinde kaykanah bişirirdi, men yerdim sonra uyurdum. Cadi gidi buna kaykanah da bişiri getiri. Cırtlan yedikten sonra Bırtlan’a sori: — Daha sabah olmadi mi? Diye Bırtlan diyor: — Neyapalım ki sabah olsun. Cırtlan da diyi: — Heç merah etme ben buldum. Cadi tekrar gelip sori: — Kim yatıp kim uyah? Cırtlan diyi: — Cırtlan bala uyah. Cadı kızarah sori: —Ya Cırtlan bala sen niye uyah? Cırtlan diyi: — Valla anam bana halburda su getirirdi içer öyle yatardım. Cadiyi göderirler suya. Cadi gider nehrin kenarına. Halburu batırır suya çıharır, batırır çıharır. Derken halburda su kalmadığı için sabaha kadar onunla uğraşir. Cırtlan’nan Bırtlan hemen kalharlar ordan kaçarlar. Cannarıni kurtarırlar, evlerine giderler. Cadi tekrar kulübesine döner. Bahar Cırtlan da yoh Bırtlan da yoh. —  Ula bunlar nereye gittiler? Der. Sonra: — Eyvah! Bunlar beni aldattılar der ve onnardan vazgeçer, onnar da cannarıni kurtarır evlerine giderler.
Sihirli Kındırağın Marifetleri
Doğu Anadolu Bölgesi
Ağrı
  Bir varmış bir yokmuş. Allah’ın kuli çohmuş. Bir zamanlar bir ülkede bir padişah varmış. Bu padişahın güzel bir kızı varmış. Kızı aylar geçmiş, günler geçmiş büyümüş, kocaya gidecek duruma gelmiş. Padişah buna bir güzel, mert, yürekli delikanlı aramış, kızını vermeh için. Ülkeye adamlar salmış. Aramışlar, taramışlar, demişler: — Padişahım herkesin evine gettik, yemek yedik, sofra getirdiler, envayi türlü yemehler getirdiler. En merdini ihtiyar bir kadın var, onun oğlunu gördük. Evinde her türlü yiyeceği vardı. Padişah: — Yav nasıl olur, bu kadar vezirler ver, hükümdarlar var. Kala kala benim kızım bir ihtiyar kadının oğluna mı kadı. — Padişahım biz öyle gördük, dediler. Bu sefer padişahın kendisi tebdili kıyafet yaparak dolaşmağa çıhmış. Vezirine gitmiş, hekimine gitmiş, kaymakamına gitmiş, savcısına derken ülkeyi dolaşmış en son sıra ihtiyar nineye gelmiş. Ninenin evinde sihirli bir kındırağı* varmış. Sihirli kındırağı ihtiyar nine ali eline geçi ayri bi odaya diyi: — Kındırak türlü be türlü yemek Sofraya vurunca her türlü yemek orda hazir oli. Sofralar kurli padişah padişahlığınnan geli sofrayı göri. Çağrilar padişahı yemeğe padişahın ağzi açıhta kali. — Yav bu ne işdir, bu yohsul bu fakirhanede bu yemeh bu ziyafet. Bunda bi sır var. Onan sonra yemeğini yi döni evine. Padişah çoh düşini, ne işdir bu, diyi. İhtiyar nenenin de oğli yirmi yirmi beş yaşında bi delikanlı olmuş. Padişahın kızına göz koymuş. Her türlü yiyeceği içeceği var. Anasına, diyi: — Ana ben padişahın sarayının önünde bir ev yaptıracam. Anası, diyi: — Yav etme eyleme biz fakırıh padişahnan ayah atamarıh. Padişaha sen niye gidip tahılisen, bizim kafamizi vurdurur. Oğlu da: — Yoh ana yapdıracam, diyi: İhtiyar nenenin oğli bir lokanta açi. Tabiki su elden yemek elden nasılsa geli. Onnan sonra bayağı zenginneşi. Padişahın sarayının önünde güzel bi bina yapi, padişahın kızına elçi gönderir. Padişah vilayetin ileri gelenlerinin toplanmasını emreder. Ziyafet yarışı yapılacağını ve kim iyi yemek yaparsa kızını ona vereceğini söyler. Herkes toplanır, ziyafet verirler sıra gelir ihtiyar ninenin oğluna. İhtiyar nenenin oğli yanaşi anasına diyi: — Benim yüzüm kara etme. Sihirli kındırahnan bize epey yemek hazırla. — Kındırak türli be türli. Kındırak oli sihirli peri, her türlü yemek icat edi. Her yerden gelenler gelirler, ihtiyar nenenin sofrasına bahilar, ağızları açıhda kali. Onnan sora padişah kabul etmeh zorunda kali. Kızıni veri ihtiyar nenenin oğluna. Aradan zaman geçi sihirli kındırak kayboli bunnar gine fakirleşile, eski hallerine düşiler. Sihirli ya sihir kaybolunca böyledir işte. Yiler içiler muradlarına geçiler. Gökten üç nar düşdi. Biri annadana, biri dinneyene, biri ümmed-i Muhammed’e.   *kındırak: Hamur açmada kullanılan merdane.
Ölümsüzlük Çiçeği
Doğu Anadolu Bölgesi
Ağrı
ÖLÜMSÜZLÜK ÇİÇEĞİ Bir varmış bir yokmuş. Allah’ın kulları çohmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, bir ülkenin bir padişahı varmış. Bu padişahın çoh çoh güzel bir ayın on beşi keder güzel bi kızı varmış. Su içse gırtlağından görünürmüş. Padişahın bu kızı bi gün hastalanıyor. Padişah bunu bütün hekimlere götürüyor. Heç bir hekim buna çare bulamıyor. En sonunda bir kocakarıya götürüyorlar. Kocakarı diyor: -İleride bi dağ var, o dağın tam doruğunda bir ölümsüzlük çiçeği var. O çiçeği getirirlerse senin kızın eyileşir. Padişah yedi düvele haber salır, adamlar toplatır. Çevreden gençler, yiğitler gelir. Kuşanırlar, kılınçlanırlan, silahlarınnan herkes dağılır çiçeğin peşine gider. Bi de o köyün bi çobanı varmış. Çoban da karışır bunlara gider. Ama yollar sarp, engelli, yokuş, yılan var, canavar var, ejderha var. Var ha var. Gidenlerin çoği ölüyor. Kimisi kayadan düşüyor, kimisi çalıya tahılıyor, kimisini yilan sohuyor, kimisini cenevar yiyor. Derken en doruğa padişahın vezirinin oğlu ile o memleketin çobanı gidiyorlar. Doruğa kalmış üç beş kilometre. Doruhta öyle bi fırtına, öyle bi kar, öyle bi tipi, boran varmış ki çobannan bu ikisi anlaşıyorlar. Birbirlerine destek olup dağdan ölümsüzlük çiçeğini alıp geliyorlar. Vezirin oğlu bi şeyler düşünüyor. Padişah demişti ki bu çiçeği kim getirirse kızımi ona verecem. Vezirin oğlu diyor ben bu kızı çobana verdirmem. Çobana bir hile düşünüyor. Acaba bu çobanın başına ne açalım diye düşünüyor. Derken engelleri aşdıhtan sora bunlar yoriliyorlar ve uykuya daliyorlar. Bu arada bir zehirli yılan hemen dağdan inip geliyor bunların yanına doğru, çoban birden uyanıyor. Bahiyor bu yılan. Sanki bir cenevar. Bu ufuktan sıyrılıp tepenin arhasıni dönünce vezirin oğluna sesleniyor. Vezirin oğlunun adı da Mirze Mihemet -Mirze Mihemet, Mirze Mihemet uyan. Bu uyanıyor. -Noldi çoban? Diyor. Çoban: -Arhanda yilan var diyor. Bu doğrulmaya çalışırken yilan bunun üzerine saldırıyor. Yılan buna saralaniyor, epey boğuşuyorlar. Yilan bunu sohup öldürüyor. Ee hak yerini bulacah ya. Bu arada ölüyor. Çoban ölümsüzlük çiçeğini alıp getiriyor padişaha teslim ediyor. Padişahın kızı iyileşiyor. Onnan sonra orda şenlik oluyor, düğün oluyor. Yedi gün yedi gece yiyorlar, içiyorlar, padişah kızını çobana veriyor. Tahdiyla, tacıyla, sarayıyla, köşküyle yiyip içip muradlarına geçiyorlar.  
Uyuşuk Ali'nin Serüvenleri
Doğu Anadolu Bölgesi
Ağrı
[Uyuşuk Ali'nin Serüvenleri] Zamanın birinde çok uyuşuk, çok şişman fakat uzun boylu bir adam varmış. Adamın, atik ve akıllı bir hanımı varmış. Adam çok uyuşuk olduğu için yerinden kımıldamaz, hiçbir iş yapmazmış. Hanımı bu yüzden her zaman kocasından şikâyet edermiş. Komşuları da dalga geçerlermiş. Kocasına her zaman uyuşuk uyuşuk oturmamasını söylermiş. Uyuşuk Ali’nin hiçbir şey umurunda değilmiş. Uyuşuk Ali’nin bu huyundan vazgeçmesi için kocasını dışarıya atmasını söylerler. Leyla Hanım bunu düşünür ve bir oyun düzenler. Uyuşuk Ali’nin ancak bu oyunla evden çıkacağını düşünür. Leyla Hanım kocasına dışarıda gökten ekmek yağdığını söyler. Fakat uyuşuk kocası buna aldırış etmez. Bunu gören Leyla Hanım evdeki bütün ekmekleri saklar. Bir süre sonra Uyuşuk Ali acıkır. Dışarıya çıkmak zorunda kalır ve çıkar. Uyuşuk Ali çıktığı an kapıyı kapatır. Onu eve almaz. Uyuşuk Ali, Leyla Hanım’dan bir çuvaldız vermesini ister. Leyla Hanım’ın verdiği çuvaldızı alarak yola koyulur. Az gider uz gider dere tepe düz gider sonunda bir konağa rastlar. Konağa girer. Bu konakta üç devin yattığını görür. Hiç sesini çıkarmadan devlerin yanına uzanıverir. Belli bir süre geçer ve devlerden biri uyandığında uyuşuk Ali’yi öldürmeye cürret edemezler. Oysa ki bu devlerin, Uyuşuk Ali’yi görür görmez yemeleri gerekir. Fakat bu üç dev, Uyuşuk Ali’nin gövdesinden korktuklarından onu yemekten vazgeçerler. Kendi aralarında konuşurlar ve Uyuşuk Ali’yi kardeşleri yaparlar. Uyuşuk Ali uyandığında, devleri yanı başında görür. Devler, Uyuşuk Ali’ye saygı gösterir ve itaat ederler. Uyuşuk Ali’ye: — Seni kardeşimiz yaptık. Sen bizim abimizsin, derler. Devler yemeklerini kendileri yaparmış. Günde, devlerden biri kilometrelerce uzaklıktan sularını getirirmiş. Bu iş sırayla yapılırmış. Bir gün su getirme işi Uyuşuk Ali’ye gelir. Uyuşuk Ali kazanı kaldırmak ister. Fakat çok güçsüz olduğu için kazanı kaldıramaz. Bir çözüm yolu arar ama nafile. Hiçbir çözüm bulamaz. Gitmek zorundadır. Çünkü sıra onundur. Zorlukla kazanı alır ve yola koyulur, sonunda varır. Kazana çok su koyarak geri döner. Devler de çok susamışlardır. Uyuşuk Ali’nin yolunu gözlerler. Nihayet Uyuşuk Ali eve gelir. Uyuşuk Ali, kazanı bir bardak gibi ağzına dikmiş, suyun hepsini içmiş. Devler kazana bakarlar ve hiç su kalmamıştır. Devler kazanın ağzına kadar dolu olduğunu ve hepsini Uyuşuk Ali’nin içtiğini sanırlar. Uyuşuk Ali’den korkmaya başlamışlar. Bu hadise birkaç kez daha yaşanır. Devler aralarında konuşurlar artık Uyuşuk Ali’yi suya göndermemeye karar vermişler. Bunu Uyuşuk Ali’ye söylerler. O da çok sevinir. Ayrıca devler bir de kışlık odun getirirlermiş, bu işi de sırasıyla yaparlarmış. Sıra Uyuşuk Ali’ye gelmiş Uyuşuk Ali yine çözüm aramaya başlamış. Ama kurtuluş yok. Mecburen ormanın yolunu tutmuş. Ormana varmış. Elindeki ipi bir ağaca dolamış ve asılmaya başlamış. Fakat Uyuşuk Ali ne kadar uğraştıysa da başaramamış. Aklına bir oyun gelmiş. İpi alarak ormanın etrafını dolandırmış. Bir yere çekilerek dinlenmeye koyulmuş. Devler Uyuşuk Ali’yi beklerler. Fakat Uyuşuk Ali çok geç olmasına rağmen ortalıklarda yokmuş. Çok merak etmeye başlamışlar. Hemen ormana gitmişler. Bir de bakmışlar ki Uyuşuk Ali oturuyor. İpi de elinde yok. İpi ne yaptığını sormuşlar, etrafa göz gezdirmişler. Bakmışlar ki Ali ipi ormanın etrafına dolamış. Nedenini sormuşlar. Uyuşuk Ali de yalandan ormanı getireceğini söylemiş. Devler : — Aman ne olur yapma. Eğer sen ormanı getirirsen daha sonra biz odunları nereden buluruz? Ne yaparız sonra? Demişler. Uyuşuk Ali de vazgeçtiğini söylemiş. Devler de aralarında konuşurlar ve artık Uyuşuk Ali’nin odun da getirmeyeceğini söylemişler. Ali buna da çok sevinmiş. Böyle devam edip durmuş. Uyuşuk Ali de bazen Leyla Hanım’ı ve çocuklarını hatırlayınca onları özlemeye başlamış. Fakat burada da çok rahatmış. Devler artık bunun böyle gitmeyeceğini söylemişler. Uyuşuk Ali’ye babalarından kalma dört teneke altının miras kaldığını, birini ona vereceklerini söylemişler. Ayrıca onu bir devin sırtında götüreceklerini söylemişler. Uyuşuk Ali de bunu kabul etmiş. Bir teneke altını Uyuşuk Ali’ye vermişler. Ve devin sırtında yola koyulmuşlar. Gitmişler gitmişler, sonunda bir akarsuya varmışlar. Bu arada dev, Uyuşuk Ali’nin çok hafif olduğunun farkına varmış. — Niye bu kadar hafifsin? — Bütün ağırlığımı koymadım da ondan. — Bütün ağırlığını koysan ne yazar. Sen yine bu değil misin? Bu konuşmadan sonra Uyuşuk Ali evden aldığı çuvaldızı devin sırtına batırır. Dev de: — Aman ağırlığını kaldır, der. Uyuşuk Ali’ye daha çok itaat eder. Ondan daha çok korkarlar. Çok güçlü olduğuna inanırlar. Onu nihayet evine götürürler. Bunları gören Leyla Hanım onları tanımaz. Uyuşuk kocası olduğunu söyleyince hatırlar. Dev, bir süre oturduktan sonra müsaade ister ve yola koyulur. Komşuları bunu gözleriyle görünce inanırlar. İnanmak güçtür fakat gerçekte bu olmuştur. İnanmaları mümkündür. Leyla Hanım kocası için odanın bir köşesine yatak kurar. Hanımı bir teneke altın getirdiği için artık kocasından hiç şikâyet etmez. Altınları harca harca bitmez. Ondan sonra hep mutlu bir şekilde yaşamlarını sürdürürler.
Akıllı Çoban ve Padişah
Doğu Anadolu Bölgesi
Ağrı
AKILLI ÇOBAN VE PADİŞAH Bir varmış bir yokmuş. Zamanın birinde bir padişah veziriyle birlikte kıyafet değiştirip halkın arasına girmiş. Ayaklarında derman kalmayıncaya kadar dolaşmışlar. Sonunda aç ve bitkin bir şekilde bir çobana misafir olmuşlar. Çoban bunların karınlarını doyurmuş. Yemeğin sonunda padişah çobanın bahçesinde ağaca asılı bir köpek görmüş ve çobana sormuş. -O siyah köpeği niçin astığını bana söyle demiş. Çoban söylememiş. Padişah diretmiş ama yine söylememiş. Padişah hiddetlenmiş, orayı terketmiş. Saraya giden padişah adamlarını gönderip çobanı getirtmiş. Çoban önce şaşırmış, sonra padişaha yine o köpeğin meselesini anlatmamış. Kalkıp sarayı terketmiş. Çoban gittikten sonra padişah vezirlerini toplayıp çobana göndermiş. Vezirler çobanı iknaya gitmişler ama çoban onlara bir şart sunmuş. -Padişaha söyleyin eğer padişahlığı altı aylığına bana verirse ancak söylerim demiş. Vezirler gidip padişaha durumu iletmişler. Padişah kabul etmiş ve tahtını altı aylığına çobana bırakmış. Padişahlık mührünü alan çoban çıkıp tahta oturmuş. Tahta oturan çoban işe koyulmuş ve vezirini yanına çağırmış. Ona kendi boynuna astığı haçı göstermiş. Bunun üzerine vezir çıkarmağa korktuğu haçı çıkarıp çoban padişaha göstermiş. Bir öyle iki öyle bu çoban altı ay içinde altı vezirin de haçını ortaya çıkarmış. Altı ayın sonunda çoban, padişahın önüne çıkıp olanları anlatmağa başlamış. -Padişahım o gün gördüğün köpek var ya! Padişah: -Evet demiş. Çoban: -Nerede bir kurt sürüme saldırsa o köpek kurtları boğmadan gelmezdi. O zamanlar ülkede huzur vardı. Ne zaman ki senin vezirlerin arasına haç sahipleri girdi, işte o zaman benim köpeklerim de hainleşip kurtlarla birlikte koyunlarımı yemeğe başladı demiş. Ve çıkardığı haç sahibi vezirleri padişaha söylemiş. Padişah bu vezirleri idam ettikten sonra o akılı çobanın kendisine vezir olmasını istemiş. Çoban bunu kabul edince, padişah kızını da vermiş çobana. Kırk gün kırk gece düğün dernek yapılmış ve herkes yiyip içip muradına ermiş.  
Yeşil Gözlü Cadının Yaptıkları
Doğu Anadolu Bölgesi
Ağrı
YEŞİL GÖZLÜ CADININ YAPTIKLARI Bir zamanlar yeşil bir yerde yani ormanlık bir alanda etrafından akarsular geçen bir yerde yedi kardeş yaşarmış. Bunlardan birisi kız altısı erkekmiş. Bunlar geçimlerini avcılıkla sağlarlarmış. Kız kardeş ise onlara yemek pişirirmiş. Bunların evinde küçük bir ateş ocakları varmış. Bu ocağı hiçbir zaman söndürmemeye çalışıyorlarmış. Yine bir gün kardeşleri ava çıkmışlar. Kız kardeşi yemek yapmak için ocağın yanına gitmiş. Bakmış ocak sönmüş. Kızcağız ne yapacağını şaşırmış. Neyse eline bir yumak ip almış, evin önüne bağlamış. O yumağı aça aça epey uzaklaşmış. Ateş arayama gitmiş. Neyse bir de bakmış karşıda bir ışık yanıyor. Kapıyı çalmış. Karşısına bir genç kız çıkmış: -Bizim ateş söndü. Sizde ateş varsa bize biraz verebilir misiniz? Demiş. Kız demiş: - Sen hemen buradan git. Benim anam cadıdır. Sana bir kötülük yapabilir demiş. Kız hemen oradan ateşi almış. Tekrar ipi takip edip evini bulmuş. Ama giderken ipini toplamayı unutmuş. Cadı eve dönmüş, içeri girer girmez: -Burada insan kokusu var demiş. Kızı: -Yok ana ne insan kokusu öyle bir şey yok demiş. Sonra dışarı bakmış biri var. O ipi takip ede ede kızın evine doğru gelmiş. Kız cadıyı görünce kapıyı kapatmış, kilitlemiş. Cadı gelmiş kapıyı vurmaya başlamış: -Aç kapıyı demiş. Kız açmamış. -Sana bir şey yapmam aç demiş. Yoksa kapıyı kırar içeri girerim. Kız kapıyı açmayınca cadı demiş: -O zaman elini kapının anahtar deliğinden uzat biraz emeyim demiş. Kız elini uzatmış, cadı elini emmeye başlamış. Neyse bir gün beş gün bu hal hep böyle devam etmiş. Kardeşleri bakmış kız kardeşleri günden güne zayıflıyor. Demişler: -Sana ne oldu böyle zayıflıyorsun? Kız durumu anlatmış. Kardeşleri cadıyı öldürmeye gitmişler. Ama ne yazık ki cadı onlara sihir yapıp onları kaz şekline dönüştürmüş. Kız bu defa iyice şaşırmış. Ne yapacak ne edecek. Bu kazlara da bakamıyordu. Çünkü çok yemek yiyorlarmış. Neyse bir gün bu kazları almış yola çıkmış. Elbette bir tane bilgin birine rastlarım da kardeşlerimi tekrar insan suretine çeviririm demiş. Epey bir yol gittikten sonra bir çobana rastlamış. Çobana başından geçenleri anlatıp: -Benim derdime bir çare bul dedi. Çoban: -Ben çaresini biliyorum. Fakat ben ne yaparsam sen sesini çıkarmayacaksın demiş. -Peki çıkarmayacam demiş. Çoban eline bir sopa almış. Biraz ileri gittikten sonra sopayla kazların başına vurmaya başlamış. Sopayla vurdukça kazlar bağırıyormuş. Kız kendini zor tutmuş. Sesler kesildikten sonra birde bakmış kardeşleri insan şekline gelmiş. Bunlar tekrar ormana dönmüşler, orada mutlu bir hayat yaşamışlar.  
Mırzo Muhammed'in Kahramanlığı
Doğu Anadolu Bölgesi
Ağrı
MIRZO MUHAMMED’İN KAHRAMANLIĞI Bir padişah varmış. Bu padişahım üç oğlu varmış. Bunlar bir gün ava çıkmaya karar vermişler. Bütün hazırlıklarını yaptıktan sonra bu üç kardeş ava gitmişler. Daha sonra bu kardeşler bir kuyuya rast geliyorlar. Tabi ki bunlar çok susamışlar. Bu üç kardeşten en küçüğü hem en güzel hem de padişahın en çok sevdiği oğlu imiş. Bunun için diğer kardeşler küçük kardeşlerini kıskanıyorlardı. Küçük kardeşe dediler ki:  —Sen kuyuya in bize su getir. Biz seni iple indireceğiz. Neyse küçük kardeşi kuyuya indirdiler. Kuyuya indi baktı her taraf karanlık, hiçbir şey görünmüyor. Diğer kardeşleri ona bağırdı. — Su var mı? Küçük kardeş:  —Burada su yoktur ama bir bakayım belki ileride vardır. Kuyuda bayağı yürüdükten sonra bir de baktı üç oda gördü. —Acaba bu nedir? Dedi. Odaya girdi baktı ki ne görsün çok güzel bir kız asılı duruyor. Ona dedi: — Ne olmuş sana böyle, seni kim böyle astı? Kız: —Burada bir ejderha var, o yaptı. Erkeklerin düşmanıdır, dedi. Sonra birden büyük bir ses geldi. Mırzo Muhammed hemen kılıcını çıkardı. Ejderhanın bir vuruşta hemen boynunu koparıp yere serdi. Hemen kızı kurtardı.  —Hadi gidelim dedi. Kız:  —Dur daha benim iki kardeşim daha var, onları da kurtaralım, dedi. Mırzo Muhammed ikinci odaya girdi. Baktı oradaki kız da asılı duruyor. Ama bu kız birincisinden daha güzel. Burada da bir ejderhayı öldürdü. Kızı kurtardı. Sonra üçüncü odaya geldi. Baktı ki bu en küçük kız. Ama hepsinden güzel, Mırzo Muhammed buradaki ejderhayı da öldürerek kızı kurtardı. Neyse bunların hepsi kuyunun başına geliyorlar. Kardeşlerine diyor: — Siz ipi aşağı atın, biz yukarı çıkalım, diyor. Kardeşleri ipi aşağı atıyor. Önce büyük kız kardeş yukarı çıkıyor. Mırzo Muhammed’in kardeşleri bakıyorlar ki çok güzel bir kız. Daha sonra ortanca kardeş, yukarı çıkıyor. Küçük kız diyor: — Ben senin kardeşlerine fazla güvenemiyorum. Önce sen çık sonra ben çıkarım, diyor. Mırzo Muhammed: — Yok, bir şey olmaz, diyor. Küçük kız da yukarı çıkıyor. Kardeşleri bakıyor ki bu daha güzel bir kız. Sıra Mırzo Muhammed’e geliyor. O da kuyunun yarısına çıkıyor. Kardeşleri hemen ipi kesiyor. Tabi ki küçük kız kuyuda iken Mırzo Muhammed’e yüzüğünü vermişti. Küçük kız gitmemek için ne kadar direniyorsa da elinden bir şey gelmiyor. Aradan bir gün geçiyor. Mırzo Muhammed uyanıyor. Kafası müthiş ağrıyor. Bakıyor ki her taraf karanlık. Neyse ayağa kalkıyor. Epey müddet yürüdükten sonra birden bakıyor bir ışık görüyor. O ışığa doğru gidiyor. Bir de bakıyor ki bir başka alem. Neyse oradan epey bir müddet yürüdükten sonra bir kasabaya geliyor. O kasabanın da hemen dışında bir kulübe var oraya giriyor. Karşısına yaşlı bir nine çıkıyor. Nineye: — Allah misafiri kabul eder misin? Diyor. Nine onu içeri alıyor. Mırzo Muhammed: — Çok susadım, bana biraz su getirir misin? Diyor. Nine suyu getiriyor. Biraz içiyor bakıyor ki tadı çok kötü hem de rengi kırmızı. Nineye soruyor: — Bu nasıl su? Tadı, rengi çok kötü. Nine diyor: — Sen buralı değil misin? — Yok ben başka bir alemden geldim, diyor. Neyse nine meseleyi anlatıyor: — Burada büyük bir ejderha var. Bu kasabaya gelen suyun önünde duruyor. Kimse gidip su getiremiyor. Suyu vermesi için de her gün bir kız ona veriliyor. Neyse Mirzo Muhammed yatıyor. Sabahleyin kalkıyor diyor ki: — Bugün kimin kızı verilecek? Nine diyor:  —Yanılmıyorsam padişahın kızı verilecek. Neyse Mırzo Muhammed padişahın sarayına gidiyor. Padişaha diyor:  —Bana bunun özelliklerini anlatın, ben bunu öldürecem, diyor. Padişah diyor:  —Bu zamana kadar çok yiğit öldürmeye kalkıştı fakat hepsi de yem oldu. Neyse ben yine de sana anlatayım, diyor. Padişah durumu iyi bir şekilde anlatıyor. Mırzo Muhammed ejderhanın geleceği yere önceden gidiyor. Oraları iyi bir kontrol ediyor. Daha sonra bir ağacın yanına gizleniyor. Daha sonra ejderha geldi. Orada hemen ağacın başındaki kuş yuvasına elini uzattı. Mirzo Muhammed hemen kılıcı ile ejderhaya bir vurdu ve kuşu kurtardı. Bir de baktı ki yuvadaki yavruların anası geliyor. Dev gibi bir kuş. Neyse artı kızı ejderhaya verme vakti gelmiştir. Kızın eli kolu bağlı. Ejderha kıza doğru geldi. Kız bağırmaya başladı. Hemen oradan Mırzo Muhammed ejderhanın karşısına çıktı. Ejderha Mırzo Muhammed’i yutmak istedi. Mırzo Muhammed de kılıcın iki tarafını eliyle tuttu. Ejderha bunu yutunca kılıç bunu boğazından sonuna kadar yırttı. Ejderha öldü. Kızı kurtardı. Padişaha getirdi. O gün kasabada büyük şenlikler oldu. Padişah dedi:  —Benden ne istersen iste, sana her şeyimi veririm. Mırzo Muhammed: — Ben sadece kendi ülkeme dönmek istiyorum, dedi. Padişah:  —Ben buna bir şey yapamam, dedi. Mırzo Muhammed kuşun yanına gitti, dedi:  —Ben şöyle vadilerden, dağlardan, ovalardan geldim. Beni oraya götürür müsün? — Kuş mecburen kabul etti çünkü kendi yavrularını kurtarmıştı. Kuş dedi: — Ama benim de şartlarım var. Senin gideceğin yer yedi kat göğün üstündedir. Onun için bana yemem için yedi koç kuyruğu bir de su lazım. Mırzo Muhammed bunları hemen gitti, padişahtan tedarik etti. Sonra kuş ile yolculuğa başladılar. Her bir katta kuşa bir kuyruk arkasından da su veriyordu. Neyse tam yedinci tabakaya gelmişti ki kalan kuyruk aşağıya düştü. Kuş enerjisi bitince bir tane daha kuyruk istedi. Mırzo Muhammed kuyruk olmayınca bıçağını çıkardı, bacağından bir et parçası kopardı, kuşa verdi. Kuş hemen farkına vardı. O et parçasını dilinin altına aldı sakladı. Neyse bir müddet sonra Mirzo Muhammed ülkesine geldi. Kuş onu yere indirdi.  —Hadi git dedi. Mırzo Muhammed:  —Benim biraz bacağım uyuşmuş, sen git ben sonra giderim, dedi. Tabi ki kuş bunu biliyordu. Hemen dilinin altındaki et parçasını çıkardı. Mırzo Muhammed’in dizine yapıştırdı. Daha sonra gitti. Mırzo Muhammed şehre geldi, baktı ki şehirde büyük şenlikler var. Orada duran bir yaşlı kadına sordu.  —Bu şenlik nedir? Yaşlı kadın:  —Padişahın oğulları evleniyor. Bunların biri kuyuda ölmüş. Ama padişah yine de onu bekliyor. Küçük kız da Mırzo Muhammed’den başkasıyla evlenmem deyip yanına kimseyi koymuyor. Eğer gelirlerse kendini öldüreceğini söylüyor. Neyse Mırzo Muhammed kadına yüzüğü veriyor. Diyor:  —Sen bunu o kıza götür. Yaşlı kadın pencereden yüzüğü kıza veriyor. Kız yüzüğü görünce anlıyor ve çok seviniyor. Mırzo Muhammed saraya geliyor. Babası oğlunu görünce çok seviniyor. Ama kardeşleri onu görünce moralleri bozuluyor. Mırzo Muhammed kardeşlerine:  —Ben size bir şey yapmayacağım. Ama siz burada yaşayamazsınız. Sizin her şeyinizi vereceğim siz başka ülkede yaşayacaksınız, diyor. Kardeşleri mecburen kabul ediyor. Bunlar ülkeden uzaklaşıyorlar. Mırzo Muhammed için kırk gün kırk gece şenlik oluyor ve bunlar evleniyorlar. Babasının yerine tahta geçiyor. Mutlu bir hayat yaşıyorlar.
Padişah, Vezir ve Akıllı Kız
Doğu Anadolu Bölgesi
Ağrı
PADİŞAH, VEZİR VE AKILLI KIZ Bir gün bir padişahla veziri tebdil-i kıyafet yapıyorlar. Padişah ülkesini geziyor. Gezinti esnasında bir köye uğruyorlar. O köyde bir kapıya uğruyorlar. Bir genç köylü kızı çıkıyor kapıya. Padişah kıza soruyor: — Baban var mı? Kız, diyor: — Var. Padişah: — Evde midir, diyor. — Babam evde değil, diyor. — Nerde, diyor. — Babam azı çoh etmeye gitti. — Peki annen evde mi? — Yoh, annem biri iki etmeye gitti. —  Peki eviniz çok güzel ama neden bacası eğri, diyor. — Valla önemli değil dumanı doğru çıhıyor ya siz ona bahın, diyor. —  Peki kaz yolar mısın? — Köy kızıyım, iyi yolarım. Bunlar ayrılıp gidiyorlar. Saraya giderken yolda padişahın veziri soruyor: — Padişahım biz o köye gidince siz o kızla ne konuştunuz? Sizin konuşmalarınızdan hiçbir şey anlamadım. Padişah köpürüyor, diyor: — Sen nasıl anlamazsın, koskoca vezirimsin. Sana bir hafta süre, sen bu konuşmalarımızı çözeceksin. Çözemezsen yohsa kelleni vururum. Vezir de: — Keşke dilim yanaydı ya söylemeyeydim, demiş. Padişahla veziri dönüyorlar. Vezir düşünüyor, taşınıyor ne konuştuhlarını nasıl çözerim derken, — Valla bunu bilse bilse bu kız bilir, demiş. Vezir, kızın yanına geliyor. Kıza, diyor ki: — Geçenlerde bir şahısla birlikte yanınıza gelmişdih. Senle o adam arasında bi konuşma geşdi, ben bir şey anlamadım. Onları senden öğrenmeye geldim. Kız, diyor: — Valla para ver, söyleyeyim. Neyse tamam diyip bir kese altın veriyor kıza. Kız başlıyor olanları anlatmaya: — Padişah bana sordu, dedi ki: — Baban nerde? Ben dedim ki; "Azı çoh etmeye gitti." Babam, çiftçidir. Tohum serpmeye gitmişti. Ben dedim babam tohum serpmeye gitmiş. — Annen nerde, dedi? Ben dedim; "Annem biri iki etmeye gitti." Annem ebedir, doğum yaptırmaya gitmişti o gün. Ondan sonra dedi: — Sizin eviniz çoh güzel ama bacası eğri, bunun sebebi nedir? Ben de dedim ki: "Dumanı doğru çıhar." Gördüğünüz gibi ben çoh güzel bir kızım, ama bir gözüm şaşı. Padişah, dedi: — Sen güzel bir kızsın, ama bir gözün şaşı. Ben de dedim ki doğru görüyorum ya sen ona bah, dedi ki: — Kaz yolar mısın? Ben de dedim ki: "Hem de nasıl." İşte senden iyi kaz mı olur? Seni ayağıma getirmiş Allah, sen bana altın veriyorsun. Ben de sana şunları anlatıyorum. Senden iyi kaz olmaz bu anlamda, diyor.  
Sihirli Lambanın Getirilmesi
Doğu Anadolu Bölgesi
Ağrı
[Sihirli Lambanın Getirilmesi] Bir varmış bir yohmuş. Evvel zaman içinde kalbur zaman içinde. Develer tellal iken, pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken. Bir padişah varmış. Bu padişah bir saray yaptırmaya kalhmış. Çok mükemmel bir saray yapmış. Bunun dostları sarayı gelip gezmişler. Demişler ki: — Padişahım bu saraya bir sihirli lamba var, o bir devin himayesindedir. O lambayı getürtebülürsene bu saray daha güzel olur, daha mükemmel olur. Padişah düşünmüş taşınmış ne yapayım. Padişahın üç oğlu varmış. Önce büyük oğlunu göndermeye karar vermiş. Yollar çoh tehlikeli korhunç yerlerden geçiyormuş. Padişahın büyük oğlu gitmiş ve büyük bir ırmah ahıntısında boğulup ölüyor. Padişaha haber geliyor büyük oğlu öldü diye. Padişah bu defa ikinci oğlunu gönderiyor. İkinci oğlu ırmağı geçiyor, onu geçdihten sora ilerde bi ejderha varmış. Ejderhayla yedi gün yedi gece savaşıyor. Ejderha padişahın oğlunu yiyor, padişaha haber geliyor ortanca oğlun da öldü diye. Padişah bu defa canından çoh sevdiği küçük oğlunu gönderiyor. Küçük oğlu ırmağı geçiyor, canavarnan karşılaşıyor, epey savaşıyor onnan. Sora bi hile ile canavarın üzerine koca bir kaya yuvarliyarah oni öldürüyor. Gidiyor sihirli lambanın olduğu bölgeye. Sihirli lamba bi devin elindeymiş. Devnen konuşuyorlar. Diyor: — Ben falanca padişahın oğluyumi geldim bu lamba için. Dev diyor: — Bennen savaşmadan ben lambayı vermem. Onnan sora diyor: — Benim babam sana hediyeler, yemekler gönderdi. Koyun kuzu kızartmış göndermiş. Bu koyunları kızartıp getirirken hepsini zehirlemiş getirmiş. Bu yemehlerden deve sunuyor. Dev bu zehirli yemehleri yiyince ölüyor. Padişahın küçük oğlu sihirli lambayı alıp babasına geliyor. Babası seviniyor, yedi gün yedi gece davul zurna çalıyor, şenlik yapıyor. Sihirli lambayı sarayına bırahınca çoh uzahlardan kilometrelerce uzahlardan onun ışığı yansıyor. Padişahın misafirleri, gelenleri gidenleri ve padişah muradına eriyor. Onlar erdi muradına. Gökten üç elma düşdi. Bir anlatana, biri dinleyene, biri bütün millete.
GEYİĞE DÖNÜŞEN KARDEŞLER
Doğu Anadolu Bölgesi
Ardahan
GEYİĞE DÖNÜŞEN KARDEŞLER Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, eski zamanlarda bir diyarda küçük bir kız yaşarmış. Bu kız annesi ve babasıyla yaşarken hiç de mutlu değilmiş. Çünkü tüm arkadaşlarının abileri ve erkek kardeşleri varken onun hiç kardeşi yokmuş. Arkadaşlarıyla oynarken arkadaşları ona kardeşlerini anlatırken o da arkadaşlarına küçük buzağısını anlatırmış. Ama bunu yaparken arkadaşları tarafından alaya alınıyormuş. Küçük kız bir gün arkadaşlarıyla oynarken yine böyle olmuş. Kız hemen ağlayarak annesine gelerek: - Anne benim niye kardeşlerim yok? Diye sormuş. Annesi ise kızına onun yedi tane abisinin olduğunu ve onların bir gün ava çıktıklarını ve artık geri dönmediklerini anlatmış. Ondan sonra abilerinin oyuncaklarını ona göstermiş. Küçük abisinin topunu ona göstermiş. Küçük kız bu topu alıp hemen arkadaşlarının yanına gidip onlara göstermiş. Kendisinin yedi tane abisinin olduğunu onlara anlatmış. Bu sırada bir kartal küçük kızın elindeki topu alıp kaçmış. Küçük kız ağlayarak kartalı takip etmiş. Kartal epey gitmiş, küçük kız da onu takip etmiş. Kartal topu götürüp dağda bir kulübenin bacasından içeri atmış. Küçük kız kulübenin kapısını çalarak içerden çıkanın kendisinin en küçük abisi olduğunu bilmeden topu istemiş. Topun kendi abisinin topu olduğunu söylemiş. Küçük kardeş: - Senin abin benim. Bu da benim topum demiş. Küçük kızla abisi hasret giderip birbirlerine sarılmışlar. Küçük kız diğer abilerinin nerede olduğunu sorunca abisi ona ava çıktıklarını ve kendisinin de onlara yemek hazırladığını söyler. Küçük kardeş diğerleri gelmeden kız kardeşini saklayıp abileri gelince onlara göstermiş. Abileri çok sevinmişler. Yıllardır görmedikleri kız kardeşlerini bağırlarına basıp sevinmişler. Ertesi gün tekrar ava çıkarken kız kardeşlerini kulübede bırakmışlar. Ona: - Burada kal ve bize yemek pişir. Ama sakın ateşi söndürme, bu dağ başında ateşi bulamayız onun için ateşe devamlı odun at diye tembih etmişler. Küçük kız kulübede kalıp abilerine kavuşmanın mutluluğuyla onlara yemek hazırlamış. İki üç gün sonra abileri ona inci boncuklar almışlar. Kız kardeşleri onlarla meşgul olup sıkılmasın diye. Bir gün küçük kız boncuklarla uğraşırken farkına varmadan ateş sönmüş. Küçük kız ateşin söndüğünü anladığı zaman çok üzülmüş ve hemen ateş aramaya başlamış. Biraz dolaştıktan sonra uzakta bir evde ince bir dumanın yükseldiğini görmüş. Kendisi o dumana doğru yürümüş. Epey yol aldıktan sonra eve varmış. Eve geldiğinde altı yedi kadının bulgur için buğday kaynattığını görmüş. Kadınlar küçük kızı görünce: - Neye geldin buraya? Burası devler ülkesi, dev uyuyor. Çabuk buradan git yoksa dev uyandı mı seni yer. Bizi de burada esir tutuyor demişler. Küçük kız ise ateşinin söndüğünü ve abilerine yemek hazırlamak için ateşe ihtiyacı olduğunu söylemiş. Kadınlar ona biraz ateş verip eteğine biraz buğday koyduktan sonra çabuk buradan git demişler. Küçük kız yolda giderken korkudan eteğindeki buğdayları yavaş yavaş dökmüş. Dev az sonra uyanmış, burnunu çekerek: -Burada insan kokusu var, kim geldi? Diye sormuş. Kadınlar korkudan küçük kızı anlatmışlar. Dev hemen yola çıkmış ve küçük kızın yolda döktüğü buğdayları görüp takip etmiş. Küçük kız dev yetişmeden kulübeye varmış ve kulübenin kapısını kilitlemiş. Dev kapıyı zorlamış ve kapıyı açmasını söylemiş. Küçük kız kapıyı açmayınca dev: -Öyleyse parmağını çıkar biraz emip gideceğim demiş. Küçük kız parmağını kapının aralığından çıkarmış, dev onun kanını emip gitmiş. Küçük kız orda bayılıp kalmış. Bir süre sonra kalkıp abilerine yemek hazırlamış. Akşam abileri geldiğinde kız kardeşlerinin çok bitkin ve bembeyaz olduğunu görünce ne olduğunu sormuşlar. Küçük kız hiçbir şeyinin olmadığını sadece biraz hasta olduğunu söylemiş. Ertesi gün dev yine kulübeye gelip küçük kıza: -Parmağını çıkar demiş. Küçük kız parmağını çıkarmış, dev kanını emip tekrar gitmiş. Küçük kız yine halsiz düşüp bayılmış. Akşama abileri gelince küçük kız yine bir şey söylememiş. O gün dev yine gelip kapıyı çalmış ve küçük kıza: -Parmağını çıkar emeceğim demiş. Bu sırada yedi kardeş ortaya çıkıp devle kavga etmeye başlamışlar. Yedisi kılıçlarıyla devi öldürmüşler. Devi kulübenin yanına bir yere gömmüşler. Kız kardeşlerine: -Sakın bu devin mezarından çıkan otlarla bize yemek yapma demişler. Aradan üç dört yıl geçmiş. Küçük kız ve abileri hayatlarına hep aynı şekilde devam etmişler. Bir gün kız yemek yapmak için dışarda otlar toplamaya çıkmış. Çıkınca da abilerinin öldürdüğü devin mezarı üzerinde çok güzel otların çıktığını görmüş. Abilerinin ettiği nasihati unutarak o otları toplamış. Otları götürüp abilerine çorba yapmış. Akşam avdan dönen abileri kardeşlerinin kendilerine hazırladığı çorbayı içmişler. Altı büyük kardeşi birer kaşık içer içmez birer geyiğe dönüşmüşler. En küçük ise kaşığını yarı etmiş, kardeşlerini görünce bırakmış. O da yarı geyik yarı insan şeklini almış. Küçük kız yaptığı hatayı anlamıştı ama kardeşleri artık insanlıktan çıkmıştı. Hepsi dışarı çıkarak dağlara doğru kaçmaya başlamışlardı. En küçük kardeş ne yapacağını bilemeden o da peşlerinden gider. Küçük kız ağlayarak abilerinin peşinden koşar ama hiçbiri geri dönmez. Yarı geyik yarı insan olan küçük abisi geri dönmüş. Küçük kız onu alıp babasının evine getirmiş. Annesi ve babası oğullarının durumuna çok üzülmüşler. Küçük kız, kardeşine kendisi bakmaya devam etmiş. Aradan yıllar geçmiş, küçük kız büyümüş. Annesi babası onu evlendirmişler. Kız evlenince de abisini kendisiyle götürmüş. Kardeşinin kaçmasını engellemek için onu sürekli odasında bağlı tutuyormuş. Ama kocası bundan hiç hoşnut değilmiş ve onu kıskanıyormuş. Epey süre geçtikten sonra kızın iki tane çocuğu olmuş. Ama kocası hala bu durumdan hoşnut değilmiş. Bir gün kız dereye çamaşır yıkamaya gitmiş. Geldiğinde kardeşini odasında görememiş. Hemen dışarı çıkıp onu aramaya başlamış. Abisini çok kıskanan kocası onu çözüp bir göle götürmüş ve onu boğmak için suya atmış. Bunu gören kız hemen suya atlamış, büyük gayretlerden sonra kardeşini çıkarmış. Yarı geyik yarı insan olan kardeşi bu olaydan sonra eski haline dönmüş. Kız çok sevinmiş ve kardeşini öldürmek isteyen kocasını terk etmiş. İki oğlu ve abisiyle mutlu bir şekilde yaşamaya devam etmişler. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.
AVCI AHMET VE YILAN
Doğu Anadolu Bölgesi
Ağrı
AVI AHMET VE YILAN Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde bir avcı varmış. İsmi Ahmet imiş. Avcı Ahmet sık sık ava çıkarmış ve her hayvanın dilini bilirmiş. Bir gün Avcı Ahmet ve bir arkadaşı ava gitmişler. Beyaz bir yılan gizliden arkadaşını sokmuş. Zehri çok kuvvetli olan bu yılan arkadaşını öldürmüş. Avcı Ahmet bir okla bembeyaz yılanın kuyruğunu koparmış. Ama yılanı öldürememiş ve yılan kaçmış. Bu olaydan sonra beyaz yılan her gün rüyasına girip onu sokuyormuş. Aradan yıllar geçmiş Avcı Ahmet ava gitmeye devam etmiş. Bir gün bir geyik görmüş, o geyiği atla kovalamaya başlamış. Geyik ormanın derinliklerine giderken o da onu takip etmiş. Ormanda bir kulübeye geldiklerinde geyik ortadan kaybolmuş. Bu kulübede dünyalar güzeli bir kız yaşıyormuş. Avcı Ahmet bu kızı görür görmez aşık olmuş. Ertesi gün aynı geyik yine ortaya çıkmış. Ahmet onu kovalamaya başlamış. Geyik tekrar ormanın içlerine girmiş ve o kulübenin olduğu yerde kaybolmuş. Bu böyle bir hafta devam etmiş. Bir gün Avcı Ahmet kıza giderek onunla evlenmek istediğini söylemiş. Kız: -Seninle evlenirim ama seni beyaz bir yılan sokacak demiş. Avcı Ahmet o yılanı aramaya başlamış. Beyaz yılanı görünce onunla konuşup peşini bırakmasını söylemiş. Fakat yılan: -Ben kuyruksuz olarak yaşadıkça seni sokacağım demiş. Avcı Ahmet çaresiz gidip güzel kızı evlenmeye ikna etmiş. Evlenen Avcı Ahmet çok mutlu bir yaşam sürmeye başlamış ama beyaz yılanı bir türlü unutamamış. Aradan yıllar geçmiş, Ahmet’in bir oğlu olmuş ve oğlu büyümüş. Avcı Ahmet hala ava çıkmaya devam ediyormuş. Bir gün yine ava çıkarken kuyruksuz yılan sinsice yaklaşıp onu sokmaya hazırlanmış. Avcı Ahmet onu görmemiş. Önden yaklaşan yılan kendisini fırlatmış. Bunun üzerine atı çok ürkmüş ve şaha kalkmış. Yılan, atın göğsüne çarpmış ve atı sokmuş. At hemen yere yığılmış ve ölmüş. Avı Ahmet bu sırada hemen okunu çıkarıp beyaz yılanı tam kafasından vurmuş. Avcı Ahmet artık her gün rüyalarına giren beyaz yılandan kurtulmuş. Ailesinin yanına dönüp karısı ve çocuğuyla mutlu bir şekilde yaşayıp gitmiş. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.  
FATMA KIZIN KIRMIZI İNEĞİ
Doğu Anadolu Bölgesi
Ağrı
FATMA KIZIN KIRMIZI İNEĞİ Çok eski zamanlarda bir köyde bir aile yaşarmış. Bu da baba ve bir kızdan oluşan bir aile. Kızın ismi ise Fatma imiş. Babası kızını çok seviyormuş. Annesi daha önceden ölmüş. Tabi ki evin birçok işi varmış. Babası dağda tarlaları varmış, onlarla uğraşıyormuş. Kızı ise ev işleri ile uğraşıyormuş. Ama işler çok olduğundan Fatma Hanım çok yoruluyormuş. Babasına demiş: — Baba sen ne zaman evleneceksin? Görüyorsun ben çok yoruluyorum. Babası: — Kızım annenin elbiseleri çürüyünceye kadar ben evlenmeyeceğim, demiş. Neyse bir gün köyün kadınları bir araya toplanmış konuşuyorlarmış. Fatma da onların içinde imiş. Oradan bir tane yaşlı kadın, demiş: — Kızım Fatma! Senin baban da evlenmiyor mu? Bak sen çok yoruluyorsun. Evin işleri çok, sana yardım edecek biri lazım. Fatma, demiş: — Babam diyor ki annenin elbiseleri çürüyünceye kadar evlenmeyeceğim. Kadın: — Bu çok kolay. Sen annenin elbiselerini getir, ben onu taşla biraz yırtayım olur biter, demiş. Fatma Hanım hemen gidip getirmiş. Bu kadın taş ile elbiseleri hemen yırtmış. Fatma: — Peki babamı kiminle evlendirelim, demiş. Kadın: — Benimle evlensin. Ben seni çok seviyorum. Sana çok yardımcı olurum, demiş. Fatma Hanım: — Tamam, demiş. Eve gitmiş babasına, demiş: — Baba annemin elbiseleri çürümüş, artık evlen, demiş. Babası gitmiş bakmış dolaba, hakikaten elbiseler çürümüş. Babası kızına: — Kızım ben ne yapıyorsam senin için yapıyorum. Peki, evleneceğim fakat kiminle? Fatma, demiş: — Ben birini tanıyorum. Çok iyi birisi, beni çok seviyor. Tabi ki Fatma onun ne sinsi şeytan olduğunu bilmiyor. Bunun da Ayşe isminde bir kızı varmış. Neyse bunlar düğün yapmışlar. Bunların bir de kırmızı ineği varmış. Bu kadın eve geldikten sonra hep Fatma’ya iş gösteriyormuş. Kendi kızını hiç çalıştırmazmış. Devamlı Fatma’yı inekleri otlamaya gönderirmiş. Kendileri de evde eğlenirlermiş. Tabi ki babasının bundan haberi yok. Zaten saf, gariban birisi. Sabah evden tarlaya çalışmak için gidiyor akşam dönüyor. Ne bilsin evde ne olup bitiyor. Bir gün bu sinsi kadın kıza bir oda dolusu pamuk getirmiş, demiş: — Bunu sabaha kadar yumak yapacaksın. Kız şaşırmış kalmış. Neyse ahıra gitmiş. Kırmızı inek, demiş: — Fatma Hanım sen niye üzülüyorsun? Fatma Hanım: — İşte bu durum böyle böyle. Annem bana dedi bu pamukları yumak yapacaksın. Ben nasıl yapayım? Demiş. Kırmızı inek: — Sen üzülme! Onları bana getir ben onları yaparım. Neyse sabah olmuş gelmiş bakmış yünlerin hepsi yumak olmuş. Çok şaşırmış. Köy halkı Fatma’yı çok seviyormuş. Çünkü ineklerini otlatmaya gittiğinde ineklere hiçbir şey olmuyormuş. İnekler iyi besleniyorlarmış. Tabi ki bunu bizim kırmızı inek yapıyormuş. İneklere bağırarak: — Şuraya gitme yılan vurur, şuraya gitme ayağın kırılır gibi uyarıda bulunuyormuş. Bu sinsi kadın tabi ki çok kıskanıyor. — Diğer kızım Ayşe bugün de sen git bakalım, demiş. Ayşe inekleri yaymaya götürmüş. İneklerin çoğuna zarar gelmiş. Köy halkı şikâyetçi olmuş. Bu sinsi kadın bunların hepsinin inekten kaynaklandığını sezmiş. Bir gün kocasına: —Benim her tarafım ağrıyor. Sen bize hiç et yedirmiyorsun diyor. Kocası: —Bizim horozlar var, onların yumurtasından faydalanıyoruz. Ben ne yapayım? Kadın: —İnek var, onu kes diyor. Adam önce olmaz diyor ama ne yapsın kabul ediyor. Bunu duyan Fatma hemen ineğin yanına gidip söylüyor. İnek tabi çok üzülüyor, diyor: — Ben seni çok sevmiştim. Ama ben onlara etimi zehir edeceğim. Hiç kimse benim etimi yiyemeyecek. Sadece sen yiyeceksin, diyor. Kırmızı inek Fatma’ya, diyor: — Beni kestikten sonra bütün kemiklerimi topla. Bir kuyuya koy, bir gün sana lazım olacak, diyor. Neyse babası ineği kesiyor. Fatma ineğin bütün kemiklerini bir kuyuya dolduruyor. Üstünü kapatıyor. Bu kadın eti pişiriyor, yemeye başlıyorlar. Fakat hiç kimse yiyemiyor. Sadece Fatma Hanım yiyor. Bu sinsi kadın iyice deliriyor. Neyse bir gün köyde padişah sarayda bir eğlence veriyor. Kendi oğluna kız beğenmek için bütün köyün kızlarını davet ediyor. Tabi bunu sinsi kadın duyunca hemen kızını süsleyip püslüyor. Fatma’ya da, diyor: — Al bu kazanı sen, biz gelene kadar ağlayacaksın bu kazanı dolduracaksın. Neyse bunlar gidiyor. Fatma ağlamaya başlıyor. — Ben ne yapacağım, diyor. Birden yaşlı peri gibi bir kadın orda peyda oluyor. Fatma’ya, diyor: — Niye ağlıyorsun? Fatma durumu ona anlatıyor. Bu kadın, diyor: — Git o kuyudaki kemikleri çıkar. Fatma Hanım kuyuyu açıyor ki ne görsün. Altından elbiseler, ayakkabılar var. Hemen onları giyinip süsleniyor. Yaşlı peri diyor: — Yalnız saat on ikide burada olman lazım, yoksa bunun sihri kaybolur. Neyse Fatma Hanım eğlenceye gidiyor. Saraydan içeri girer girmez, bütün dikkatler onun üstüne çevriliyor. Herkes Fatma Hanımla ilgileniyor. O sinsi kadın da onu görüyor. Ayşe kızına, diyor ki: — Bu Fatma’ya çok benziyor. Yoksa o olmasın. Aradan epey zaman geçmiş, Fatma bakmış zaman dolmak üzere. Hemen saraydan uzaklaşmış. Koşarak saraydan çıkarken yolda bir çeşmenin kenarına ayağı takılmış, ayakkabısı oraya düşmüş. Arkasına bakmadan gitmiş. Oradan o anda padişahın oğlu atıyla gidiyormuş. Atına su içirmek istemiş. Fakat at bir türlü suyu içmiyor. Bir de bakmış suyun içinde altından mükemmel bir ayakkabı var. Padişahın oğlu: — İşte ben bununla evleneceğim. Bu kadar güzel bir ayakkabının sahibi de güzeldir, demiş. Ertesi sabah padişahın oğlu köyün bütün kızlarını saraya çağırtmış. Tabi ki bizim sinsi kadın kızını süsleyip püsleyip gitmiş. Padişahın oğlu ayakkabıyı herkese denemiş, fakat kimseye olmamış. — Bunun mutlaka sahibini bulacağım, demiş. Köyde gelmeyen olur diye köydeki evleri kapı kapı gezmiş. Sıra Fatma’nın evine gelmiş. Bu sinsi kadın, demiş: —Bu bizim hizmetçidir, buna giydirmene gerek yok. Sen bunu ne yapacaksın? Padişahın oğlu kabul etmemiş. Fatma Hanım’a ayakkabı giydirmiş. Ayakkabı tam olmuş. -— İşte aradığımı buldum, demiş. Neyse bunların düğünü olmuş, çok mutlu bir hayat sürmüşler. Fakat sinsi kadın yine boş durmamış. Aradan bir zaman geçtikten sonra kızını da yanına alarak ziyarete gitmiş. Tabiki niyeti yine kötülük etmek. Fatma Hanım: — Niye zahmet ettiniz de geldiniz. Zaten çok uzaktır. Sinsi kadın: — Olsun kızım ben seni çok seviyorum, seni görmeye geldim, demiş. Tabi Fatma Hanım anlamış bunda bir iş var, ama yine de önem vermemiş. Sinsi kadın demiş: — Kızım Fatma ben seni yıkandırmak istiyorum, demiş. Fatma: — Ben daha dün yaptım, demiş. Kadın: — Olsun ben seni yıkandırmak istiyorum. Neyse Fatma yaşlı kadını kırmamış. Yaşlı kadın Fatma Hanım’ın saçını tararken elinde bulundurduğu tarağı Fatma’nın başına saplamış. Fatma birden beyaz bir güvercin olmuş, pencereden uçup gitmiş. Neyse akşam kocası eve gelmiş, bakmış bu sinsi kadın evde, demiş: — Senin ne işin var burada? Sinsi kadın: — Sizi çok özledim, onun için ziyarete geldim, demiş. Fatma Hanım’ın kocası bir şeyler sezmiş. Fakat üstünde durmamış. Çocuklarıyla oynamaya başlamış. Ertesi sabah evden çıkıp tarlaya çalışmaya gitmiş. Tarlada çalıştığı sırada birde bakmış bir kayanın üstüne beyaz bir güvercin kondu. Güvercin birden: — Hasan Hüseyin nasıldır? Diye konuştu ve uçtu gitti. Kocası buna çok şaşırdı. Ertesi gün bu kayanın üstüne yapışkan bir şey koydu ki güvercin uçmasın. Güvercin tekrar geldi, yine: — Hasan Hüseyin nasıldır? Dedi. Fakat uçmadı. Ayağı yapıştı kaldı. Hemen güvercinin yanına koştu onu yakaladı. Baktı ki kafasında tarak gibi bir şey var. Onu hemen başından çıkardı. Bir de baktı ki ne görsün Fatma karşısında! — Ne oldu sana böyle? Dedi. Fatma olanları anlattı. Akşam oldu eve gittiler. Baktılar o sinsi kadın ile kızı Ayşe oradalar. Bunları hemen hapis gibi bir yere kapattılar. Ondan sonra bu aile ömürlerinin sonuna kadar mutlu yaşadılar.
PERİLERİN YARDIMI
Doğu Anadolu Bölgesi
Ağrı
PERİLERİN YARDIMI Zamanın birinde dul bir kadının iki kızı varmış. Büyük kızı her yönüyle annesine o kadar benzermiş ki, kim görse onu annesi sanırmış. Her ikisi de çok sevimsiz, çok kibirliymiş. Nezaket ve doğruluk yönünden tamamen babasına benzeyen küçük kız, çok tatlı ve güzel bir kızmış. İnsanlar kendisine benzeyenleri elbette severler. Ama bu kadın kendisine benzeyen büyük kızını delicesine sevdiği gibi, küçük kızına karşı da korkunç bir kin besliyormuş. Onu durmadan çalıştırıyor ve yemeğini de mutfakta veriyormuş. Bunlar azmış gibi bu zavallı kız günde iki defa evlerinden iki bin metre uzaktaki pınardan su almaya gidiyor ve büyük bir testiyi doldurup eve dönüyormuş. Yine bir gün pınarın başındayken, fakir ve ihtiyar bir kadın ondan su istemiş.  — Vereyim nineciğim, demiş kızcağız. Testisini temizleyerek iyice çalkalayıp pınarın en durgun yerinden doldurmuş ve ihtiyar kadına sunmuş. İhtiyar kadın zahmet çekmesin diye testinin altından da sürekli tutuyormuş. İhtiyar kadın içtikten sonra kıza:  —Sen dünyanın en güzel, en iyi kalpli ve en nazik kızısın. Bunun için sana en yaraşır, güzel bir dilekte bulunacağım. Çünkü o kasabada ihtiyar ve fakir bir kadın kılığına giren bir peri imiş. Kızın iyi kalpliliğini deniyormuş. Dileğim şu:  —Söylediğin her sözle ağzından bir çiçek ya da kıymetli bir taş çıksın. Kız eve varınca annesi niçin bu kadar geç kaldın diye onu azarlamış.  —Biraz geciktim, beni bağışla. Bu sözleri söylerken kızın ağzından iki gül, inci ve iki iri elmas çıkmış. Annesi şaşkın şaşkın: — Aman Allah’ım gözlerime inanamıyorum. Kızın ağzından inciler, elmaslar dökülüyor. — Kızım nereden çıkıyor bunlar böyle? Diye soruyor. Küçük kızına sevgi belirten ilk sözü bu olmuş. Kızcağız bütün olup bitenleri safça annesine anlatmış. Ağzından sayısız elmas dökülmüş. O zaman annesi kızının sözlerinin gerçek olduğuna inanmış ve sevgili büyük kızını da pınara göndermeyi düşünmüş.  —Bak kızım, kardeşinin ağzından konuşurken neler çıkıyor, sen de onun gibi olmak istemez misin? Onun gibi olabilmek için, pınara su almağa gitmen ve orada zavallı bir ihtiyar senden su isteyince de nazikçe ona su vermen yeterli, demiş. Sevimsiz ve kibirli kız gitmek istemeyince kadın:  Ben gitmeni istiyorum, hem de hiç vakit geçirmeden, demiş. Büyük kızı pınara yollamış, ama homurdana homurdana gidiyormuş. Giderken en güzel gümüş şişeyi almış. Tam ormana vardığı sırada güzel giysiler içinde ormandan bir kadının çıktığını görmüş. Bu kadın kardeşine görünen —ta kendisi imiş. Ama bu kez bir prenses gibi harika giysiler içindeymiş. Bu kızı da denemek istiyormuş. Sevimsiz ve kibirli kız ona: -Buraya ben suyu size vermek için gelmedim. Bu gümüş şişeyi sadece fakir bir kadına su vermek için getirdim. Ben size şişeyi kime getirdiğimi söyledim. Buna rağmen isterseniz alın için demiş. Peri buna kızmış: — Hiç de nazik değilsin. Pekala, madem ki öyle sana şu dilekte bulunacağım:  —Söylediğin her sözden sonra ağzından bir yılan ya da bir kurbağa çıksın, demiş. Kız eve dönmüş, annesi onun döndüğünü görünce: — Pınara vardın mı kızım? Demiş.  —Vardım anneciğim, demiş. Bu kelimeleri söylerken kızın ağzından iki yılan ve iki kurbağa çıkmış. Annesi bu hali görünce:  —Aman Allah’ım! Neler görüyorum! Bunlar hep kardeşinin yüzünden oldu. Gösteririm bunu ben ona diye bağırmış. Hemen küçük kızı dövmeğe gitmiş. Kızcağız kaçmış, civardaki ormana saklanmış. Bu sırada kralın oğlu avdan dönüyormuş. Kızı görmüş ve yalnız başına ormanda ne yaptığını ve niçin ağladığını sormuş. Kız:  —Annem beni evden kovdu, demiş. Böyle söyleyince ağzından beş altı inci ile bir o kadar da elmas çıkmış. Prens, kızın ağzından inci ve elmasların çıktığını görünce, bunların nereden geldiklerini söylemesini ondan rica etmiş. Kız her şeyi prense anlatmış. Prens kıza aşık olmuş. Çok çeyiz yaparak asil bir kızla evlenmektense, böyle güzel ve kıymetli bir kızla evlenmenin daha uygun olacağını düşünmüş. Kızı alıp babasının sarayına götürmüş ve onunla evlenmiş. Kızın ablasına gelince, annesi onu evden kovmuş. Herkes ondan tiksinmiş. Talihsiz kız sağa koşmuş sola koşmuş, kimse onu kabul etmemiş. Sonunda bir ormanın kenarında ölmüş gitmiş.  
SEYYAH PADİŞAH VE ÇOBANIN OĞLU
Doğu Anadolu Bölgesi
Ağrı
SEYYAH PADİŞAH VE ÇOBANIN OĞLU Bir varmış bir yokmuş. Zamanın birinde bir padişah varmış. Padişahın acayip bir huyu varmış. Yedi yılını seyahatte yedi yılını da evine kapanarak geçiriyor. Padişahın seyahat vakti gelince seyahate çıkar. Tarlada taşları toplamakla meşgul bir ihtiyara rastlar. Selam verir, selamı alan ihtiyara bu taşları ne için topladığını sorar. İhtiyar toplanan bu taşların kader taşları olduğunu söyler. Bu sırada padişahın da bir kızı varmış. Padişah: -Madem bu taşlar kader taşlarıdır ve onların sahiplerini biliyorsun, kızımın kaderini bana söyleyebilir misin? Demiş. İhtiyar taşları karıştırdıktan sonra biraz uzaktaki köyü göstererek: -Şu köyü görüyor musun? İşte o köyün çobanının oğlu senin enişten olacak, yani kızın ona nasip olacak demiş. Buna sinirlenen padişah kendi kendine: - Ben bir padişah olarak kızımı nasıl bir çobanın oğluna verebilirim der. Kalkar büyük bir merakla çobanın evine misafir olur. Kapıyı çalar kimse çıkmaz. İçeri girer, beşikte yatan erkek bir bebekten başka kimseyi göremez. -Olsa olsa bu çocuk eniştem olacak diyor. Biraz oturduktan sonra ev sahibi gelir. Hoşbeş onbeşten sonra ev sahibinin ani bir işi çıkar. Bunlar misafiri yalnız bırakmak zorunda kalırlar. Misafir yalnız kalınca beşikteki bebeği alır, beşiğe altın dolu bir mendil bırakır ve çocuğu kucağına alır en yakın bir uçurumun doruğuna doğru ilerler. Uçurumun doruğuna ulaşır, çocuğu uçurumdan aşağı atar. İşini bitirdikten sonra evine geri dönedursun biz çobana gelelim. Çoban ve eşi eve gelirler, beşiğe bakarlar çocuğu göremeyince feryat ederler. Ancak olaya çözüm değildir bu feryat. Aradan zaman geçer bunların da bir keçileri varmış. Keçiden bir türlü süt alamıyorlar. Bundan şüphelenen çobanın karısı keçiyi takip etmeye başlar. Keçinin bir ormana doğru ilerlediğini görür. O da onu takip eder. Ormana giren keçi bir kaya dibine yanaşır. Orada bir bebeğin üstünde durup onu emzirir. Bunu gören kadın oraya gelir, bebeğin kendi çocuğu olduğunu görünce sevinçten uçacak olur. Çocuğunu alır ve eve getirir, eski yaşam tarzları devam ededursun biz padişahı konuşalım. Padişah eve kapanma devresi olan yedi yılını tamamladıktan sonra seyahate çıkar. Kaderin taşlarını toplayan ihtiyara bir daha rastlar, yine kızının kaderini sorar ihtiyardan, aldığı cevap değişmemiştir. -Yine çobanın oğlu! -Allah Allah, onu uçurumdan attım. Şimdi paramparça olmuştur, nasıl olur da aynı cevabı alıyorum? Diyor ve bir daha çobanın evine misafir oluyor. Çocuğun Allah tarafından korunduğunu düşünemiyor. Çobanın evine gider, evde çoban ve karısından başka bir delikanlıyla karşılaşır. Hayret eder. Çocuğun da okuma yazması yokmuş. Padişah bir mektup yazar. Mektubunda vezirine: -Bu çocuğu sana gönderiyorum, oraya varır varmaz kellesini uçurursun diyor. Padişah bu mektubu çocuğa verir, onu falan şehrin vezirine versin diye. Yolluğu olarak da cebini altınla doldurur. Çocuk sevine sevine mektubu şapkanın altına koyar, vezire ulaşmak için yola koyulur. Şehre yaklaşan delikanlı, şehrin girişinde bir çeşme görür. Çok susamıştır. Çeşmede suyunu içer, yorgunluğunu biraz atmak için uzanır. Uzandığı gibi uyuyakalır. Bu sırada padişahın kızının canı sıkılır. Dışarıda biraz gezmek ister, gezerken çeşmeye yaklaşır. Orada delikanlıyı yatıyor hale görür, yanaşır. Şapkanın altındaki mektubu görür. Çıkarır okur, mektubun babasından geldiğini öğrenir. Ancak mektubun içindeki notlar çok korkunçtur, kız delikanlıya aşık olur. Mektubun içindeki istekleri değiştirir. Yeni mektupta: -Sana gönderdiğim delikanlıyla kızımı hemen evlendir diye yazar. Mektubu çocuğun çantasına yerleştirir ve çocuğu uyandırır. Vezirin evini göstermesinde iyi bir rehber olur. Delikanlı mektubu vezire verir, vezir notları okur okumaz düğün hazırlığına başlar. Kızı delikanlı ile evlendirirler. Padişah memleketine geri döner. İsteğinin tam tersi ile karşılaşınca çıldırır. Çobanın oğlu da muradına erdi.
İHTİYAR KADININ OĞLU
Doğu Anadolu Bölgesi
Ağrı
İHTİYAR KADININ OĞLU Evvel zaman içinde kalbur saman içinde. Develer tellal iken, pireler berber iken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken ihtiyar bir kadınla oğlu varmış. Bunlar şehrin ücra bir köşesinde, ufacık bir evde oturuyorlarmış. Bir de küçük tarlaları varmış. İhtiyar kadının oğlu Mehmet bu tarlaya bakıyormuş. Yine bir gün tarlaya gittiğinde tarlanın bozulduğunu buğdayların yere yattığını görmüş. Ertesi gün kimin yaptığını öğrenmek için pusuya yatmış. Bakmış ki üç kız çıkmış ve tarlada oynamaya başlamışlar. Bunun üzerine kızları kovalamaya başlamış, en küçüklerini yakalamış. Meğer bu kızlar peri kızları imiş. Mehmet bu peri kızını alarak evine dönmüş ve onunla evlenmiş. Mutlu bir hayat sürmüşler. O şehrin padişahının bir oğlu varmış. Bu oğlan ava çıkmış, o gün akşama kadar dolaşmış. Dönüşte ihtiyar kadının evinin önünden geçerken evde bir su içmek istemiş. Bu sırada tesadüfen peri kızını görmüş ve ona aşık olmuş. Gördüğü kızın evin gelini olduğunu anlayınca çok üzülmüş. Üzgün bir şekilde evine dönmüş. Babasına ihtiyar kadının gelinine aşık olduğunu söylemiş. Evli bir kadını zorla almanın yakışıksız olacağını düşünen padişah vezirlerini toplamış ve Mehmet’i bir tuzakla öldüreceklerini, kızı alacaklarını kararlaştırmışlar. Mehmet’i meclisine çağıran padişah: -Ben hastayım, benim ilacımı sen getireceksin. Bana bütün adamlarımın bitiremeyeceği bir kete getireceksin. Eğer getiremezsen seni öldüreceğim demiş. Eve şaşkın bir şekilde dönen Mehmet, durumu karısına anlatmış. Karısı da ona: -Beni tuttuğun yere git ve iki kere ayağını yere vur. O zaman bir kapı açılacak ve benim iki kız kardeşim çıkacak. Seni eve davet edecekler, sakın içeri girme, eğer girersen seni öldürürler. Sen onlara kardeşiniz sizden bir kete istiyor de. Onlar sana keteyi getirdiğinde al gel. Aynı yere giden Mehmet ayağını iki kere yere vurmuş ve iki kız dışarı çıkmış. Ne istediğini sormuşlar. O da kardeşlerinin bir kete istediğini söylemiş. Ona bir kete vermişler ve keteyi alıp gelmiş. Keteyi padişaha vermiş, bütün meclis o keteden yemiş fakat bitirememiş. İlk şartı yerine gelen padişah şaşırmış ve ikinci bir şart ileri sürmüş ve demiş ki: -Bana bir salkım üzüm getireceksin, bütün meclisim ondan yiyecek fakat bitiremeyecek Eve şaşkın bir şekilde dönen Mehmet’i karısı tekrar aynı yere göndermiş, ayağını iki kere yere vurmuş. Karısının iki kız kardeşi dışarı çıkmış ve onlardan bir salkım üzüm istemiş. Onlar da üzümü vermişler. Tekrar padişahın huzuruna gelen Mehmet, salkımı ona vermiş. Padişahın bütün adamları ondan yemiş, fakat bitirememişler. Bu sefer padişah başka bir şart ileri sürmüş demiş ki: - Bana küçük bir çocuk getireceksin. O çocuk benim meclisimde bir büyük gibi davranacak ve sorduğum bütün sorulara cevap verecek. Aksi halde ben seni öldürürüm demiş. Ağlamaklı bir şekilde evine dönen Mehmet, durumu karısına anlatmış. O da Mehmet’e: -Beni tuttuğun yere git, ayağın iki kere yere vur kardeşlerim dışarı çıkacak. Büyük kardeşime de ki kardeşiniz oğlunuzu bir haftalığına yanında görmek istiyor. Aynı yere giden Mehmet ayağını iki kere yere vurmuş ve kızlar çıkmış. Büyüğüne: -Kardeşiniz oğlunuzu bir haftalığına yanında görmek istiyor demiş. Ona çocuğu vermişler, alıp gelmiş. Padişahın meclisine götürmüş. Çocuk aynen büyük bir insan gibi davranmış ve padişahın bütün sorularını cevaplamış. Herkes bu duruma şaşırmış. Sonunda padişah yaptıklarından vazgeçmiş ve Mehmet’i serbest bırakmış. Mehmet mutlu bir şekilde evine dönmüş. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine. Gökten üç elma düştü. Biri anlatanın, biri dinleyenin biri de yazanın başına.
USTA NECAT VE PERİ KIZLARI
Doğu Anadolu Bölgesi
Ağrı
USTA NECAT VE PERİ KIZLARI Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde bir padişahın ülkesinde ihtiyar bir kadın ile Usta Necat adında bir oğlu yaşarmış. İhtiyar kadın bir gün oğluna padişahtan bir ev ile tarla isteğinde bulunmasını söylemiş. Usta Necat kalkıp padişahın sarayına gitmiş. Bir ev ile bir tarla istemiş. Padişah da Usta Necat’a bir ev ile bir tarla vermiş. Usta Necat sevinerek eve taşınmış. Tarlaya da buğday ekmiş. Aradan uzun zaman geçmiş. Bir gün Usta Necat tarlaya gitmiş. Bir de ne görsün! Tarla yerle bir olmuş, iki güzel kız tarlanın içinde oynuyorlar. Usta Necat alelacele eve dönmüş. Olayı anasına anlatmış. Anası, Usta Necat’a: -Oğlum hemen geri dön, oraya git. Eğer bu kızlar yine tarlanın içinde oynaşırlarsa gizlen onların elbiselerini al bir yere sakla. Onlar elbiselerini arayacaklar. O zaman ortaya çık seni görsünler. Birisinin elbisesini ver. Güzel olanı da eve getir demiş. Usta Necat tarlaya gider, onların göremeyeceği bir yere saklanır. Bir müddet sonra iki güzel kız denizden çıkıp tarlanın içinde oynamaya başlarlar. Usta Necat saklanarak bu güzel ve neşeli kızların elbiselerini çalmış. Kızlar gidecekleri sırada elbiselerinin bulunduğu yere gelmişler. Elbiselerini yerinde görememişler. Elbiselerini aramaya çıkan kızlar, Usta Necat’ı karşılarında görmüşler. Elbiselerini vermek için Usta Necat’a yalvarmaya başlamışlar. Usta Necat: -Ancak biriniz benimle evlenirse vereceğim demiş. Kızlar çaresiz kaldıklarından şartı kabul etmişler. Usta Necat en büyük kızın elbiselerini vermiş. Kız deniz sularına dalıp gitmiş. Usta Necat kimsenin görmemesi için akşamı beklemiş. Karanlık basınca kızı alıp doğruca eve gelmiş. Usta Necat ertesi gün ava gideceği sırada anasını sımsıkı tembih etmiş. -Anne ava gidiyorum, sakın ha erken kalkıp tandırı yakma. Eğer tandırı yaksan padişahın adamları av etini pişirmek için buraya gelecekler. Gelinini gördükleri an gidip padişaha söyleyecekler. O zaman başımız padişahla belaya girecek. Padişah başımızın vurulması için emir verecek. Karımı da kendine alacak demiş. Usta Necat sabah ava gider gitmez. Anası sevince ve mutluluğun verdiği heyecanla; heyecanın da verdiği unutkanlıkla oğlunun söylediklerini unutmuş. Usta Necat evden adımını atar atmaz hemen kalkıp tandırı yakmış. Gelgelelim padişah ve adamlarına, o gün padişahın avcıları avda bir ceylan avlanmışlar. Padişahın emriyle şehirde kimin tandırı yanarsa etin orada kızartılmasını söylemişler. Aramışlar taramışlar sonunda ihtiyar kadının evinden başka bir evde tandırın yanmadığını öğrenip padişaha bildirmişler. Padişah etin ihtiyar kadının evine götürülmesi için emir vermiş. Padişahın adamlarından vezir ile müftü et kazanını almışlar. İhtiyar kadının kapısına dayanıp, kapıyı çalmışlar. Usta Necat’ın anası önce korkmaya başlamış kapıyı açmamış. Padişahın adamlarından vezir ile müftünün olduklarını öğrenince açmak zorunda kalmış. Usta Necat’ın anası onları eve almadan önce ev karanlık kalsın diye lambayı söndürmüş. Evde kimse kimseyi göremez olmuş. Vezir ile müftü içeri girip eti tandıra atmışlar. Kör insanlar gibi bir yere oturup beklemeye başlamışlar. Epey zaman geçtikten sonra gözleri karanlığa alışan vezir ile müftü evin o tarafına bu tarafına bakmışlar. Öyle ki evin her tarafını didik didik aramışlar. Vezir ile müftü bir köşede oturan kızı görürler. Gördükleri manzara karşısında donakalmış zavallılar gibi gözlerini ondan ayırmamışlar. Tandırdaki eti unutarak kızı temaşaya dalmışlar. Tandırdaki et yanmış. Kül olmuş. Vezir ile müftü bu olaya şaşırırlar. -Padişahın yanına nasıl gideceğiz. Ona ne diyeceğiz. Başımızı nasıl kurtaracağız? Diye düşünürler. Kara kara düşünüp korka korka padişahın sarayına varıp yanına gitmişler. Padişah: -Eti getirdiniz mi? Diye söylemiş. Vezir ile müftü: -Senin gibi padişahın tahtı da tacı da yıkılsın. Sen de evlenmişsin, Usta Necat denen meteliksiz adam da evlenmiş. Senin karın nerede, onun karısı nerede. Senin karının bir çingeneden farkı yoktur. Zenciden farkı yoktur. Oysa Usta Necat’ın karısı sanki bir dünya güzeli, bir peri, bir melek, bir ceylandır. Ona baka baka eti tandırda unuttuk. Et yanıp kül oldu demişler. Zalim padişah Usta Necat’ın çarçabuk huzura getirilmesini istemiş. İki kişi gidip Usta Necat’ı padişahın huzuruna getirmişler. Usta Necat padişahın huzurunda: -Emret padişahım demiş. Padişah: -Benim üç şartım vardır. Eğer bu şartlarımı yerine getirirsen kurtulacaksın. Yok, eğer yerine getirmezsen başını cellatlara vurdurur, karını da kendime getiririm demiş. -Birinci şartım şudur: sen gidip bir tepsi üzüm getireceksin. Ben ile vezirlerim yediğimizde bitmesin demiş. Usta Necat, mazlum ne yapsın çaresiz şartları kabul etmek zorunda kalmış. Usta Necat evine gelmiş. Böyle bir şey mümkün olamaz diye ağlamış. Gözünden akan yaşlar sel olup taşmış, ırmak olup akmış. Nehir olup denizlere karışmış. Olayı anası ile karısına anlatmış. Karısı: -Neden ağlıyorsun, kalk otur eskisi gibi. Allah birdir. Kapı bin… Kalk denizin yanındaki tarlamıza git. Ablamı göreceksin. O zaman sen de ‘kardeşin sana selam etti’ diyeceksin. Ve bana hediye göndersin demiş. Usta Necat kalkıp deniz kenarındaki tarlasına gitmiş. Bir süre bekledikten sonra baldızı çıkagelmiş. Baldızı: -Damat sen buralarda demiş. Usta Necat: - Beni hazır gör baldız. Kardeşin seni selam etti. Bana bir hediye göndersin dedi, demiş. Baldızı Usta Necat’a bir tepsi üzüm vermiş. Usta Necat üzümleri getirip padişah ile vezirlerini vermiş. Onlar üzümleri yiye yiye bitirememişler. Padişah, ikinci şartım şudur: -Bir sini pilav getireceksin. Ben ve vezirlerim yediğimizde bitmesin. Yoksa gerisini sen düşün demiş. Usta Necat evine dönüp çok ağlamış. Gözünden akan yaşlar sel olup taşmış, ırmak olup akmış, nehir olup denizlere karışmış. Hanımı: -Usta Necat neden ağlıyorsun? Kalk otur eskisi gibi. Allah birdir. Kapı bin… Kalk denizin kenarındaki tarlamıza git. Ablam çıkıp gelecek. Diyecek: Damat sen buralarda. Sen de “ Hazır gör, kardeşin seni selam etti, bana bir hediye göndersin” diyeceksin demiş. Usta Necat kalkmış deniz kenarındaki tarlasına gitmiş. Bir müddet bekledikten sonra baldızı ortaya çıkmış. Baldızı: -Damat sen buralarda demiş. Usta Necat: -Beni hazır gör baldız. Kardeşin seni selam etti. Bana bir hediye göndersin dedi. Baldızı Usta Necat’a bir sini pilav vermiş. Usta Necat pilavı alıp padişahın evine getirmiş. Padişaha vermiş. Padişah ile vezirleri pilavı tıka basa yedikleri halde bitirememişler. Sıra padişahın üçüncü şartına gelmiş. Usta Necat’a: -Bana yedi günlük bir bebek getireceksin, bebek benimle konuşacak demiş. Usta Necat yine dönüp ağlamış, sızlamış. Gözlerinden akan yaşlar sel olup taşmış, ırmak olup denizlere karışmış. -Yedi günlük bebeğin konuştuğunu kim görmüş. Nerede görülmüş. Dünyada böyle şey olmaz demiş. Hanımı: - Usta Necat neden ağlıyorsun? Kalk otur eskisi gibi. Allah birdir, kapı bin… Kalk deniz kenarında tarlamıza git. Orada ablamı göreceksin. “ Damat sen buralarda” diyecek. Sen de “Beni hazır gör baldız. Kardeşin seni selam etti. Bana bir şey göndersin” diyeceksin demiş. Usta Necat kalkmış. Deniz kenarındaki tarlasına gitmiş. Bir süre bekledikten sonra baldızı çıkagelmiş. -Damat sen buralarda demiş. Usta Necat: -Beni hazır gör baldız. Kardeşin seni selam etti. Bana bir hediye göndersin dedi, demiş. Baldızı ona bir yedi günlük bebek vermiş. Usta Necat bebeği alarak padişahın sarayına varmış. Bebeği padişaha vermiş. Padişah: -Ey çocuk! Benimle konuşacaksın. Eğer konuşmazsan senin de Usta Necat’ın da başlarınızı cellatların önüne atacağım demiş. Bebek mırıldanarak konuşmaya başlamış. Şu sözle padişah ile vezirlerin kulağında çan gibi çınlamış. -Evimizi yapmışlar süslü püslü Kaşık yoktur sıra sıra, Padişah babası ağzına… Fukaranın karısını alır zor zor. Padişah ile divanında bulunan bütün insanlar sersemlemiş. Felç olup ağızları bir arşın açılmış ve eğri olmuş. Padişah sinirlenerek Usta Necat’a: -Kalk kurnaz köpek, çocuğunu al buradan defol git. Gözüm bir daha seni görmesin. Bir daha seni karşımda görsem başını cellatlara kestireceğim. Demiş. Usta Necat çocuğu alarak oradan uzaklaşmış. Böylece zalim padişahtan kurtulmuş. Onlar erdi muradına, biz çıkalım kerevetine.
HAZRETİ SÜLEYMAN’IN MÜHRÜ
Doğu Anadolu Bölgesi
Ağrı
   Bir varmış bir yokmuş. Ara sıra duyanların anne ve babalarına rahmet. Hazır olanların, başı tutanların, duvar deliklerinden hariç olanların, dağda bayırda olanların hepsinin anne ve babalarına rahmet. Şimdi girdik ağır anlatıma. Ben torunuma bir masal anlatacağım. O da dinlesin. Bana dua etsin. Bir yaşlı kadın bir de oğlu varmış. Oğlunun ismi Keloğlan’mış. Bunlar çok fakirlermiş. Keloğlan bir köyde kaz çobanlığı yaparmış. Bir gün Keloğlan deniz kenarında hayvanlarını otlatırken bir kedi bulmuş. Sahipsiz olduğundan onu eve getirmiş. Annesi çok kızar ve kendilerinin bu fakirlikte bu kediye nasıl bakacaklarını söylemiş. Keloğlan annesine yalvarır ve kediye kendi ekmeğini vereceğini söyleyip, annesini kandırmış. Ertesi gün yine deniz kenarına gidince bu sefer de küçük bir köpek getirmiş. Annesi yine kızmış. Keloğlan bu sefer de annesini ikna eder ve kediyle köpek yanında kalmış. Bir gün kedi köpeğini yanına almış, deniz kenarına gidip kazlarını otlatmış. Bu sırada torcular balık avlıyorlarmış. Bunlar torcuları izlemeye başlamışlar. Torcular denizden çok parlak bir balık çıkarmışlar. Kedi ve köpek bu balığı torcuların elinden kaçırmışlar. Torcuların biri bunları kovalamış, diğeri ise: —Bırak götürsünler, bu da onların rızkıymış der ve peşini bırakır. Kediyle köpek balığı yerken içinden pırıl pırıl ışıldayan bir mühür çıkmış. Keloğlan bu mührü almış. Üstünde Hz. Süleyman’ın mührü olduğu yazılıymış. Keloğlan evine gelir ve gece yatarken bir rüya görmüş. Rüyasında mührü dilinin altına koyup ne dilek isterse dileği anında yerine geliyormuş. Saraylar, köşkler ne istemişse hepsi olmuş. Keloğlan hemen uyanı, bunun gerçek olup olmadığını öğrenmeye çalışır ve ne dilerse her şey anında olmuş. Bir dilek daha ve her şey eski haline geri döner. Aradan yıllar geçmiş. Keloğlan padişahın kızını görmüş ve ona âşık olmuş. Annesine, padişahın kızını kendisine istemesini söylemiş. Annesi: — Oğlum, biz fakir halimizle nasıl padişahın kızını isteriz? Paşa benim başımı vurur der ama bir türlü oğlunu ikna edemez. Keloğlan, allem edip gullem edip annesini saraya yollamış. Yaşlı kadın ertesi sabah erkenden gidip saraydaki dilek taşının üstüne oturmuş. Bunu gören padişah onu huzuruna kabul edip ne istediğini sormuş. Keloğlan’ın annesi, oğlunun prensese âşık olduğunu ve onu Allah’ın emriyle istediğini söylemiş. Padişah hiddetlenir ama onu kovmak istemez. Ama olamayacak bir şart öne sürmüş ve demiş: — Eğer senin oğlun benim sarayımın karşısına benimki gibi bir saray yaparsa kızımı veririm. Yaşlı kadın üzgün eve gelip sonucu oğluna söylemiş. Keloğlan, annesine meraklanmamasını söylemiş. Gece yatarken mührü dilinin altına koyup dileğini dilemiş ve hemen dileği yerine gelmiş. Sabahleyin uyanan padişah, bunu görünce inanamaz. Keloğlan’ın annesi o sabah yine gelmiş. — Paşam dediğini yerine getirdim, kızını veriyor musun, diye sormuş. Padişah kızını vermek istemez, başka bir şart daha öne sürmüş. —Eğer oğlun iki saray arasını tamamıyla kırmızı halılara süsleyip bunların üstüne değerli mücevherler serperse ben o zaman kızımı veririm, demiş. Yaşlı kadın yine bunu oğluna söylemiş. Keloğlan: — Ana tasalanma, sabah ola hayrola, der ve yatarlar. Gece Keloğlan tekrar dileğini diliyor ve aynısı yerine geliyor. Eh masal bu yalan kabul etmez. Yaşlı kadın tekrar padişahın huzuruna çıkmış. Padişah bu sefer de: — Eğer oğlun kırk binci, kırk deve yükü altın ve kırk at getirirse o zaman kızımı veririm, demiş. Ertesi gün Keloğlan ve annesi ve kırk binci, kırk at ve kırk deve yükü hazine ile padişahın huzuruna çıkmışlar. Keloğlan: — Paşam tüm isteklerini yerine getirdim, artık kızını bana vermelisin, demiş. Padişah mecbur kalmış, kızını vermiş. Kırk gün kırk gece düğünleri yapmışlar. Ama prenses halinden hiç memnun değilmiş. Günler böyle geçip gidiyormuş. Ama prenses bu sırrı öğrenmek için Keloğlan’a sürekli ısrar ediyormuş, Keloğlan sırrını söylemiyormuş. Bir gün Keloğlan dayanamamış ve işin gerçek yüzünü anlatmış. Bir gece prenses gizliden Keloğlan’dan yüzüğü çalmış ve dilinin altına koyup kendisi ve Arab’ının yedi deniz ortasına sarayıyla beraber götürülmelerini istemiş. Dileği yerine gelmiş. Onlar yedi deniz ortasında bir adaya gitmişler. Keloğlan ve yaşlı annesi eski fakir hallerine geri dönmüşler. Keloğlan sabah uyanmış ve kendisini eski kulübesinde görünce her şeyi anlamış, umutsuzca prensesi aramaya başlamış. Aradan yıllar geçmiş, keloğlan kedisi ve köpeğiyle bir gün deniz ortasında sarayını görmüş. Kedisiyle köpeği saraya doğru yüzmüşler. Vardıklarında kedi, köpeğe geceyi beklemelerini söylemiş. Bunlar geceyi beklemişler. Geceleyin prenses ve Arap uyurken kedi gelip prensesin ağzındaki mührü almak için ağzına idrarını yapmış. Mühür ağzından çıkınca köpekle bunu alıp kaçmışlar. Bu sırada kedi, köpeğe: — Sen bunu bana ver, çünkü sen gevezesin, havlarsın ve mührü kaybedersin, demiş. Bu sırada köpek buna kızmış ve havlamış, mühür denize düşmüş. Denizdeki mührü balık tekrar yutmuş. Bunlar artık burada beklerler. Birkaç gün sonra balıkçılar o civarda balık avlamaya gelmişler ve o balığı yakalamışlar. Kedi bu arada tekrar koşup balığı almış, kaçmış. Balıkçılar bunları kovalamışlar ama yakalayamamışlar. Kedi ve köpek mührü getirip Keloğlan’a vermişler. O da sarayını tekrar geri getirmiş. Prensesin yaptıklarını padişaha anlatmış. Padişah da kızının cezasını ölüm olarak vermiş. Bir deveyi aç; bir deveyi susuz bırakmışlar. Prensesin her ayağını bir deveye bağlamışlar. Aç devenin uzağına ot, susuz olanın önüne de su bırakmışlar. Develer bunlara yetişmek için çabalarlar ve prenses de yaptıklarının cezasını görmüş. Kötüler böylece cezalarını görmüşler. Bizim masal da burada son bulmuş. Masal bu yalan kabul etmez, ister inan ister inanma!
YAŞLI BÜYÜCÜ MASALI
Doğu Anadolu Bölgesi
Ağrı
YAŞLI BÜYÜCÜ MASALI  Bir varmış bir yokmuş. Bir yaşlı kadın ile üç kızı varmış. Bunlar kıt kanaat yaşamlarını sürdürüyor. Günün birinde yaşlı adam bunlara uğrar ve bir tutam balık verir: —  Bu balıkları emaneten size veriyorum, gelip alacağım der. Aradan günler geçer, yaşlı adam gelmez. Bu yaşlı kadın ise kızlarına balıkların bozulmak üzere olduğunu ve bozulmadan bu balıkları pişirmelerini söyler.  Balıkları pişirip yerler. Aradan birkaç gün geçtikten sonra yaşlı adam balıklarını almaya gelir ve: — Balıklarımı verin der. Yaşlı kadın ise: — Sen geciktiğin için senin balıklarının bozulmaması için pişirip yedik der. Bu yaşlı adam ise: — Ben anlamam balıklarımı verin, olmazsa bir kızınızı vereceksiniz der.   Yaşlı kadın ne yaparsa yapsın bir türlü adamdan kurtulamaz, çaresiz bir şekilde büyük kızını yaşlı adama verir. Adam kızı alır giderler. Yolda yaşlı bir kadına rastlarlar. Kadın bu kıza: — Bu adamla gitme, bu kötü birisidir.  Bu sözler üzerine kız korkar ve dudağından kan akar. Eve gelirler, adamın iki tane yaratık şeklinde çocukları vardır. Kıza: — Ben işe gidiyorum, akşama geleceğim, der.  O sırada bir kedi kesip kıza verir ve akşam için yemek yapmasını ister ve işe gider. Kız bu yaratık şeklindeki çocuklara korkudan yaklaşamaz. Yemeği yapar ve hiçbir iş yapmadan oturur. Adam akşam geldiğinde çocukları Tetik ve Petik’e sorar. —Haliniz nedir nasılsınız? Çocuklar da cevaben bunu söylerler: —Toprak başan, ne biçim kadın getirmişsin. Ne başımızı yıkadı, ne yemek verdi. Biz sabahtandır aç ve perişan olarak senin yolunu bekliyoruz. Adam bu sözleri duyunca kıza kızar, laf söyler sonra yemek getirmesini ister. Kız yemeği getirir. Adam biraz yedikten sonra bir parça kıza verir yemesini söyler. Kız bu kedi etini yiyemez ve yanındaki halıyı kaldırıp toprağı eşip içine koyar. Biraz sonra yaşlı adam ete hitaben şöyle söyler: — Ee, et nerdesin hâlin nicedir? Et de cevaben şöyle der. — Soğuk toprağın altındayım, halim kötüdür, der. Adam bu sözleri duyunca, kızı kendi evindeki bir hapishane olan odaya saçlarını tavana asarak hapseder. Yaşlı adam tekrar yaşlı kadının evine gider. Yaşlı kadına şöyle der: — Senin büyük kızın halı dokumaya başlamış, bizim durumumuz perişan olmuş, kimse yok bize bakmaya, evin işleri aksıyor. Diğer kızını bana vereceksin, der. Yaşlı kadın da çaresizlik içinde ikinci kızını da yaşlı adama verir. Birinci kızın başından geçen olayların aynısı ikinci kızın başından da geçer. O kızı da öldürür. Yaşlı adam tekrar kadının evine gider. Bu sefer: — Her iki kızın beraber halı dokuyorlar, bana üçüncü kızını da vereceksin, der. Yaşlı kadın bu kızı vermek istemese de adam zorla bu kızı da götürür. Yolda bunlara yaşlı kadın tekrar rastlar ve kıza: — Bu adam kötüdür, onunla gitme der. Ama kız gider.   Bunlar eve gelirler. Yaşlı adam kıza işe gideceğini söyler ve bir kedi kesip akşama yemek yapmasını, çocuklara bakmasını söyler gider. Kız kalkar Tetik ile Petik’in başlarını yıkar, onlara yemek verir, evi temizler, yemek yapar ve adamın yolunu gözler. Adamın geldiğini görünce hemen dışarı çıkar ve yaşlı adamı karşılar. Adam şaşırır. — Bu kız iyidir herhâlde der. Eve girer girmez Tetik ile Petik’in halini sorar. Onlar da: — Halimiz çok iyidir. Allah senden razı olsun, ne güzel bir kadın getirmişsin, bize çok iyi baktı derler.   Adam şaşırır ve kızdan yemek ister. Kız hemen yemeği getirir, adam yemeğini yerken diğer kızlara yaptığı gibi bu kıza da yemesi için bir parça et verir. Kız da eti alır, her zaman cebinde taşıdığı kedinin önünde verir ve kedi eti yer. Adam biraz sonra ete hitaben: — Et et! Halin nicedir? diye sorar. Et de cevaben şöyle der: — Sıcak karın içindeyim, halim çok iyidir, der. Adam bu durum karşısında çok şaşırır. "Tam aradığım kızı buldum." diyerek sevinir. Kalkar kızın dişlerinin hepsini altından yapar. Kıza çok güvenir. Bir gün adam uyuyunca, kız adamın kulağına uyku boncuğu yerleştirir ve adamın sakallarının arasından o evin tüm odalarını anahtarlarını alır ve odaları tek tek gezer. Kız gördükleri karşısında dehşete kapılır. Çünkü her odada bir sürü insan vardır. Bir odada padişahın oğlunu görür ve onu ölmek üzereyken kurtarır. Başka bir odaya bakar, kız kardeşlerinin her ikisinin de tavana asılı şekilde öldüklerini görür. Buradaki esir insanların hepsini serbest bırakır ve padişahın oğluyla beraber giderler. Bir süre gittikten sonra bir suyun başına gelirler. Padişahın oğlu o suda kız için balık tutar. Fakat kız o balıkları özgür olmaları için tekrar suya atar. Padişahın oğlunun memleketine gelirler ve padişahın oğluyla evlenirler. Aradan birkaç yıl geçtikten sonra uyuyan yaşlı adam uyanır. Bakar evi mahvolmuş olmuş. Çocukları ölmüş ve kızdan intikam almaya karar verir. Kızı tanımak için de altından bir tepsi; üzerinde de altından bir tavuk ve civcivleri yapar. Gören herkesin gülebileceği bir şekilde yapar. Çünkü bu vesileyle kızın altın olan dişlerini görüp onu tanıyacaktır. Bunları alıp kızın yaşadığı memleketi aramaya gider ve nihayet kızın yaşadığı yere gider. Bu altın tepsi ve içindekileri herkese göstermeye başlar. Derken padişahın sarayının yanına gelir, sarayda yaşayan herkes bu manzarayı görebilmek için dışarı çıkar. Derken adam kızın altın dişleriyle sırıttığını görür. Adam kızı tanır. Yaşlı adam bu sefer intikam almak için bir plan hazırlar. Bu plana göre yaşlı bir kadının yanına gider. — Sana bir kese altın vereceğim ve kendimi çok güzel bir koç kılığına sokacağım. Sen de beni götürüp satışa çıkaracaksın. Kim satın almak isterse satmayacaksın, sadece padişahın oğluna satacaksın der. Kadın kabul eder ve onu koç şeklinde alıp satışa götürür. Görenlerin hemen hepsi o koçu almak ister. Bu arada kalabalığın yanından geçen padişahın oğlu merak edip bakar ve koçu çok beğenir, kendisine satmasını söyler. Kadın da kabul eder ve ona satar. Padişahın oğlu o güzel koçu alıp saraya getirir. Kendi yatak odasına götürüp karyolanın ucuna bağlar. Koç, kızın yüzüne bakınca yüzünü gözünü çatar, ağzını gözünü eğer, kız bu durum karşısında korkar ve koçu diğer hayvanların arasına götürmesi için kocasına yalvarır. Kocası koçu çok beğendiği için onun bu teklifini kabul etmez. Gece olunca koç eski kılığına, yani yaşlı adam kılığına girer ve şehirdeki tüm insanların kulağına uyku boncuğu koyar. Sadece kızın kulağına koymaz. Dışarda çok büyük bir ateş yakıp üzerine de büyük biz kazan koyar. Kızın onun içinde kaynatıp öldürmek ister. Kız bu durum karşısında kocasını uyandırmaya çalışır; kocası uyanmayınca diğer insanları uyandırmaya çalışır. Fakat nafile hiç kimse uyanmaz. Kız feryatlar içinde o yana bu yana kaçar, orada onun sesinde uyanan balıklar kendisine seslenip niçin bağırdığını sorarlar. Orda bir tutam uyku boncuğu vardır, o boncukları yere vurmasını söylerler. Böylelikle herkes kalkacaktır. Kız balıkların dediğini yapar ve atın ayağının altındaki toprağı eşer, boncukları bulup yere vurur. Herkes büyük bir gürültüyle uyanır durumu öğrenirler ve yaşlı adamı o kazanın içine atarlar. Yaşlı adam ölür! Böylelikle kız, kalan ömrünü mutlu bir şekilde geçirir.
ÜVEY ANNENİN NAR TANESİ’NE ÇEKTİRDİKLERİ
Doğu Anadolu Bölgesi
Ağrı
ÜVEY ANNENİN NAR TANESİ’NE ÇEKTİRDİKLERİ Zamanın birinde bir ebeveynin tatlı, şirin, güzel bir kızları varmış. Ana baba onu çok sevdikleri için ona Nar Tanesi derlermiş. Bir süre sonra Nar Tanesi’nin anası ölmüş. Babası başka bir karı ile evlenmiş, bu kadın çok acımasızmış. Nar Tanesi’ne neler neler çektiriyormuş. Onu aç, susuz bırakıyormuş. Hele karının bir de kızı olunca bu işkence de artmış. Üvey anası on dört yaşına gelmiş, gül gibi Nar Tanesi’nin başına bir şey getirmek istemiş. Onu köy kızlarıyla çalı çırpı toplamaya göndermiş. Yorgun argın döneceğinden ona su hazırlar ve ibriğe ince bir yılan bırakmış. Nar Tanesi yorgunca eve dönünce hemen suya sarılmış ve yılanı da birlikte yutmuş. Üvey anasının fark etmemesi için ona bazı şeyler sormuş, bağırmış çağırmış. Nar Tanesi de git gide rahatsızlanmış ve karnı şişer durmuş. Zamanla artık dışarı çıkamaz olmuş. Üvey ana da babaya kızının hamile olduğunu onu evden göndermesini istemiş. Bir sabah babası Nar Tanesi’ni almış ve kıra gitmiş. Onu öldürmeye kıyamamış. Bir ara dinlenmek için oturduklarında, Nar Tanesi uyuya kalmış. Babası da yüreği yakıla yakıla kızını bırakmış, geri dönmüş. Akşama doğru kendine gelmiş. Çokça susamış ve acıkmış. Korkmaktadır da. Hemen oraya buraya koşmuş. Bir süre sonra bir su bulmuş ve içmek için eğilince, ana yılan ve doğurduğu küçük yılanlar hemen dışarı fırlamışlar. Nar Tanesi oracıkta bayılmış kalmış. Sabahleyin ağanın oğlu atını sulamaya getirince, dünyalar güzeli bir kızı çeşme başında bulmuş. Kızı almış, evine götürmüş. Güzelliğine, ahlakına hayret kalmış ve onunla evlenmiş. Kırk gün kırk gece düğünleri olmuş ve muradlarına ermişler. Biz de muradımıza erek.  
ÜÇ ARKADAŞIN BAŞINDAN GEÇENLER
Doğu Anadolu Bölgesi
Ağrı
ÜÇ ARKADAŞIN BAŞINDAN GEÇENLER Bir varmış bir yokmuş. Çok eski zamanlarda küçük bir köy varmış. Köy bir dağın yamacında kurulmuş. Etrafı dağlarla çevrili ortasında ise küçük bir dere akıyormuş. Köy, otuz kırk haneden oluşuyormuş. Köylüler yazın kendi işlerinde çalışıyorlarmış. Kışın ise yetişkin erkekler büyük kentlere çalışmaya giderlermiş. Bir sonbaharda yine ekinler toplanmış, kış hazırlıkları başlamış. Ağaçlardaki yapraklar sararıp dökülmüş, soğuk havalar kendini iyice hissettirmeye başlamıştı. Köylüler kış hazırlıklarını yapmışlardı. Yetişkin erkekler yavaş yavaş çalışmaya gitmeye başlamışlardı. Üç arkadaş anlaşıp çalışmak için büyük kente gitmeye karar vermişlerdi. Ali, Veli, Ahmet hazırlıklarını yapmışlardı. Anneleri onlara yolda giderken yiyecek bir şeyler hazırlamıştı. Bunlar annelerinden babalarından vedalaşarak yola koyulmuşlar. Epey yol almışlar. Akşam olmuş, karanlık iyice çökmüştü. Ali: -Burada bu geceyi geçirmek için uygun bir yer bulalım. Geceyi burada geçirip yarın yolumuza devam edelim demiş. Bunlar da uygun bir yer bulmuşlar. Bir çeşmenin başında konaklamışlar. Epey yorulmuşlardı. Biraz odun toplayıp ateş yakmışlar. Getirdikleri yiyeceklerini yemişler. Yorgun oldukları için üçünü de uyku basmış. Ali: - Sırayla nöbet tutalım demiş. İlk nöbeti Ali tutmuş. Ondan sonra Veli ve Ahmet sırayla nöbet tutacaklarmış. Ali nöbet tutmaya başlamış. Ötekiler yatmışlar. Gece yarısı Ali Veli’yi uyandırarak: -Haydi Veli biz gidelim, Ahmet burada kalsın demiş. Veli önce kabul etmemiş, sonra Ali ısrar edince Veli kabul etmiş. Yavaşça hazırlanıp yola koyulmuşlar. Ahmet ise uyuyormuş. Ali ve Veli epey yol almışlar. Ahmet gece yarısı bir uyanmış, Ali ve Veli’yi yanında göremeyince çok korkmuş. Çaresiz kalan Ahmet eşyalarını alıp yola koyulmuş. Biraz yol aldıktan sonra bir kulübe görmüş. Kulübeye doğru koşmuş. Kulübenin kapısında büyük bir taş varmış. Taşı iteklemiş içeriye girmiş. Burası yazın çobanların koyunları güttükleri zaman, orada kalmak için taşlardan yaptıkları bir kulübe imiş. Üstü odunlarla örtülmüştü. Çobanlar köye gittikleri için şimdi boştu. Ahmet hemen tavan arasına girmiş, sabah olmasını beklemişti. Biraz bekledikten sonra sesler duyulmaya başlamış. Tavana iyice sarılıp öylecek beklemiş. İçeriye aslan, kurt ve tilki girmiş. Aslan kulübenin köşesine çekilmiş. Ardından kurt ve tilki gelip oturmuşlar. Tilki: -Aslan kardeş buradan insan kokusu geliyor demiş. Aslan: -Haydi canım, bu dağ başında insan ne arasın demiş. Söze başlamış. -Hey tilki kardeş, şu ilerideki şehirde su kıtlığı yaşanıyor. Oysa şehrin merkezinde kocaman bir taş var. Bu taşın altından gürül gürül bir ırmak akıyor demiş. Tilki başlamış: -Sen ne diyorsun aslan kardeş, köye yaklaşırken büyük bir taş var. Bu taşın altında bir küp altın var, her zaman gidip altınlarla oynuyorum demiş. Derken kurt söze girmiş: -Ülkenin kralı amansız bir hastalığa yakalanmış. Ne kadar hekim büyücü getirmişlerse de fayda etmemiş. Oysa şu ilerideki köyün sürüsü içinde siyah bir koç var. Eğer o siyah koçun ciğerlerini yerse iyileşir demiş. Ahmet bunların hepsini can kulağı ile dinlemiş. Ahmet korkudan ecel terleri dökmeye başlamış. Korkudan nefes almaktan çekiniyormuş. Sabahın ilk ışığı görünmeye başlamış. Aslan: -Haydi kalkıp yavaş yavaş gidelim demiş. Bunlar kalkıp yavaş yavaş gitmeye başlamışlar. Ahmet ise derin bir nefes alarak tavan arasından çıkmış. Ahmet yavaşça kapıyı açmış, dışarı çıkmış. İlk önce tilkinin dediği o iki taşı aramaya başlamış. Bir süre aradıktan sonra o iki taşı bulmuş. O iki taşı kaldırdıktan sonra gözlerine inanamamış. Gerçekten de altın varmış. Ahmet o altınları almış. Altınları görünce “demek ki aslan ve kurdun dedikleri de doğrudur” diye düşünüp hemen çobanı bulup o koçu aramaya başlamış. Ahmet küçük bir tepeyi aştıktan sonra bir köy görünmüş. Hemen köye doğru ilerlemeye başlamış. Biraz ilerledikten sonra sürü de köyden çıkıyormuş. Ahmet sürüyü iyice izledikten sonra o beyaz koçu bulmuş. Sürüye yaklaşmış. Çobanı bulup: -Koçu satın almak istiyorum demiş. Çoban ise: -Koçun sahibinin bunu kabul etmeyeceğini söyleyerek satmak istememiş. Ahmet altınları gösterip bir tane altını çobanın avucuna sıkıştırınca çoban da kabul etmiş. Ahmet ilerdeki şehrin kralının hasta olup olmadığını sormuş. Çoban da: -Evet doğru demiş. Ahmet koçu keserek ciğerlerini almış, gerisini çobana vermiş. Ahmet altınların ve koçun ciğerlerini aldıktan sonra o susuz ve kralı hasta olan ülkeye doğru yol almaya başlamış. Ahmet az gitmiş uz gitmiş dere tepe düz gitmiş. İki üç gün yol aldıktan sonra o şehre varmış. Gerçekten de o şehir yıllarca susuz kalmış. İnsanların dayanacak halleri kalmamış. Hayvanlar susuzluktan telef olmaya başlamışlar. Kir ve pislikten salgın hastalıklar baş göstermeye başlamış. Ülkenin her tarafına ilanlar asılmış. İlanda kralın hastalığına derman bulunamamış. Kim padişahın derdine derman bulursa kızını ona vereceğini ve ülkeye kral seçeceğini söylüyormuş. Ahmet şehirde yavaş yavaş ilerledikçe insanların perişan hallerini daha yakından görüyordu. Ahmet kralın sarayını sormuş. Kralın sarayını bilen biri Ahmet’i alıp saraya doğru gitmişler. Sarayın kapısına gelince nöbetçiler bunları durdurmuşlar. Nöbetçi: -Nereye gidiyorsunuz? Demiş. Ahmet: -Kralı görmem lazım, ona derman getirdim demiş. Nöbetçi bunları içeri almış. Görevlilerden biri kralın huzuruna çıkmış. Krala: -Padişahım biri sizi görmek istiyor. Hastalığınıza çare bulduğunu söylüyor demiş. Kral hemen içeri almalarını emretmiş. Ahmet içeri girmiş, kralın huzuruna çıkmış. -Kralım duydum ki hasta imişsiniz. Hiçbir hekim derdinize deva bulamamış. Ayrıca ülkenizde su sıkıntısı varmış demiş. Kral sinirlenmiş. -Bunları biliyorum, sen ne yapabilirsin onu söyle demiş. Ahmet: -Kralım ben hem hastalığınıza bir derman hem de şehrinize su getirebilirim demiş. Padişah şaşırmış: -Nasıl olur, yıllardır bu kadar hekim, büyücü bir çare bulamadı sen nasıl bulursun demiş. Ahmet gayet sakin bir şekilde bulabileceğini söylemiş. -Yalnız siz de verdiğiniz sözü tutacaksınız demiş. Kral da: -Peki deyip kabul etmiş. Ahmet torbasındaki beyaz koçun ciğerlerini çıkarıp: - İşte sizin dermanınız demiş. Kral şaşırmış: -Benim dermanım bu ciğer mi deyip inanamamış. Ahmet bu ciğerin her gün biraz kızartılıp krala verilmesini istemiş. Hizmetçiler her gün biraz kızartıp krala vermeye başlamışlar. Aradan bir hafta geçince kral yavaş yavaş iyileşmeye başlamış. İki hafta sonra kral iyileşmiş. Ahmet ülkedeki gençleri toplayıp suyu çıkarmaya gitmişler. Aslanın dediği yere gidip kazmaya başlamışlar. İki gün kazdıktan sonra suyu bulmuşlar. Yıllarca susuz kalan halk suya kavuşmuş. Ülkede büyük bir sevinç yaşanmış. Herkes yeni gelen bu yabancıya saygı ile bakmış, onu bir kahraman olarak görmüşler. Böylece kral iyileşmiş, halk suya kavuşmuştur. Kral kızını Ahmet’e vermiş. Kırk gün kırk gece düğün yapılmış. Ahmet yeni kral seçilmiş. Ahmet arkadaşlarını merak etmiş. Bir gün arkadaşlarını aramaya gitmiş ve arkadaşlarını tarlada çalışırken görmüş. Üst başları perişan bir şekilde çalışıyorlarmış. Ahmet onları tanımış, onlar Ahmet’i tanımamışlar. Ahmet onları çağırmış. Şaşkın bir şekilde Ahmet’e bakmışlar ve sonra onu tanımışlar. Ahmet’in yanına gelip özür dilemişler. Ahmet de onları affetmiş. Ahmet başından geçenleri onlara anlatmış. Onlar da o mağaraya gitmek istemişler. Ahmet onlara gitmemelerini söylemiş, fakat onlar gitmeye karar vermişler. Ahmet onlardan vedalaştıktan sonra ülkesine geri dönmüş. Onlar da mağaraya gitmeye karar verip yola koyulmuşlar. Mağaraya gidip gece tavan arasına saklanıp beklemişler. Gece yarısı olmuş. Kurt aslan ve tilki mağaraya gelmişler. Kurt sürüdeki beyaz koçun bugün sürüde olmadığını söylemiş. Tilki de altınları görmediğini. Aslan da suyun çıktığını söylemiş. Tilki söze başlamış: -Demek ki o gece burada biri vardı demiş. Hemen tavan arasına bakmış ve onları görmüş. Hepsi birlikte bunlara saldırmış, parçalamışlar.
BOZULMAYAN YAZGI
Doğu Anadolu Bölgesi
Ağrı
[Bozulmayan Yazgı] Bir varmış bir yokmuş. Allah’ın kulu çokmuş. Çok demesi, yok demesi günahmış. Cinler cirit atarken, eski hamam içinde, develer tellal iken köy içinde. Bir padişah varmış. Bu padişahın oğulları, kızları varmış. Sarayı, altınları, çok mutlu bir ülkesi varmış. İnsanları mutlu, halkı varlıklıymış. Padişah sık sık kılık değiştirir, halkın arasına girer, insanlarla konuşur, bir eksiklik, bir bozukluk varsa düzeltirmiş. Padişah yine bir gün kılık değiştirip uzak bir yere gitmiş. Gecenin geç saatlerinde bir köye varmış. Önüne çıkan ilk evin kapısını çalmış. Kapıyı bir kadın açmış. Padişah: — Tanrı misafiriyim. Allah rızası için bu gecelik yatacak yeriniz var mı? Demiş. Kadın: — Buyurun, demiş. Gecenin bu zamanında gelen adamı evine davet etmiş. Onu içeri almış. Yiyecek bir şeyler önüne koymuş. Sonra yatacağı yeri yapmış. Ardından. — Kusura bakmayın. Evin erkeği birkaç günlüğüne dışarıdadır. Onun için ağırlamada eksiğimizi bağışlayın, demiş. Padişah bu inceliğe karşı son derece duygulanmış. Kadına dönerek: — Bu iyiliğiniz için teşekkür ederim. Yeterince sıkıntı verdim, demiş. Kadının yüzünde ve davranışlarında bir gariplik görmüş. Yemeğini yerken de bir yandan kadını süzüyormuş. Sonunda kadına soracak olmuş, o anda kadın dışarı çıkmış. Padişah kendi kendine: — Bu kadında bir şeyler var ama ne? Demiş. Biraz sonra kadının geçtiği taraftan bir çığlık, bir bağırma sesi gelmiş. Padişah önce elini kılıcına atmış, beklemiş. Sonra yavaşça kapıyı aralamış, diğer odadan gelen seslere kulak kabartmış. Bazı koşuşmalar olmuş, kadının bağırmaları devam ediyormuş. Bir ara sesler kesilmiş. Padişah da eli kılıcında kapının girişinde bekliyormuş. Tam içeriye gireceği sırada gelen bir çocuk sesinden bu olayın bir doğum olduğunu anlamış. O anda dış kapı aralanmış, bir kadının odasından içeriye girmiş. Tam çıkarken padişah kılıcını içeriye giren adamın boğazına dayamış: — Söyle bana kimsin, doğum yapan bir kadının odasında ne arıyorsun? Demiş. Adam: — Bırak kardeşim, bırak yakamı da gideyim, dediyse de kendisini bu adamdan kurtaramamış. Önde kılıcı boğazına dayanan adama sormuş. — Sen kimsin, niye beni öldürmek istiyorsun? Demiş. Padişah: — Ben ülkenin padişahıyım. Bana söyleyeceksin, demiş. Adam da: — Ben de Allah’ın meleğiyim. İnsanların yazgısını yazarım. Yeni doğan bir çocuğun yazgısını alnına yazdım. Görevim bitti, gidiyorum. Beni bırak geçeyim padişah, demiş. Padişah: — Ne yazdı, söyle bana? Demiş adam: — Bu sırdır, söylenmez, demiş. Padişah: — Ben bir padişah olduğuma göre benden bunu saklayamazsın, demiş. Adam kendini kurtaramayınca: — Peki yakamı bırakın, bu çocuğun ölümünü yazdım. Bir kurt bu çocuğu evlendiği günün gecesinde yiyecek, demiş. Padişah meleği bırakmış. Melek çekip gitmiş. Padişah hemen kadının yattığı odanın kapısını çalmış. İçerden bir kadın açmış. Padişah: — Ben bu evin konuğuyum. Hemen şimdi gidiyorum. Aslında bu ülkenin padişahıyım. Bu altınlar bebeğe benim armağanım. Bu yazıyı oğlunuz evlendiği gün bana mutlaka ulaştırın, demiş. Orada bir yazı yazıp evin sahibi kadına ulaştırmış. Sonra atına atlayıp uzaklaşmış, sarayına doğru gitmiş. Aradan yıllar geçmiş. Çocuk büyüyüp gelişmiş. Evelenecek günü gelip çatmış. Beğendiği kızı istemişler. Düğün günü padişahın yazdığı kağıdı saraya ulaştırmışlar. Padişah bir ordu askerle gelmiş, bu evin çevresinde çadırlar kurmuşlar. Padişah ilk saatlerde düğünü izlemiş. Geline damada armağanlar vermiş. Düğün sona erdiği saatlerde padişah evin erkeğini çağırtmış: — Oğlanın gerdek odası hangisi? Demiş. Adam göstermiş. Padişah bütün askerlerini çağırtmış. Onlara: — Şimdi gözünüzü dört açacaksınız. Tek sıra halinde bu evin çevresini, bacasını, kapısını, her yerini yan yana tutacaksınız, demiş. Oğlanın gerdek odasının kapısından penceresine, bacasına, evinin çevresine bütün askerler dizilmişler. Padişah gelmiş herkesi bir kez daha denetlemiş. Onlara: — Yerinden kımıldayan, uyuyan veya ayrılanın kafasını kesmekle cezalandıracağım, demiş. Askerlerin böyle sıkı sıkı nöbet tutması bütün köylüyü, gelen düğün çağrılılarını şaşırtmış. Kim ne soru soruyorsa padişah: — Yarın bunun anlamının ne olduğunu sizlere anlatacağım, demiş. Gelin ile damat her şeyden habersiz gerdek odasına girmişler. Önce kendileri için bırakılan meyveleri yemiş, biraz konuşmuşlar. Yedikleri meyvelerin çekirdeklerini bir tabağa koymuşlar, sonra yatağa girmişler. O anda meyve çekirdeklerinden biri yavaş yavaş kımıldamış, kımıldamış, irileşmeye başlamış. Gelin ile damat da durup çekirdekteki bi değişikliğe bakıyorlarmış. Birazdan ceviz kadar olmuş. Yavru kurt kıpırdana kıpırdana irileşmiş, koca bir kurt olmuş. Gelinin şaşkın bakışları arasında aniden atlayıp damadı yemeğe başlamış. Gelinin dili damağı tutulmuş. Bağırmak istemiş, dövünmek istemiş. Ama sesi soluğu çıkmamış. Sesinin çıktığı andaki bağrışlarını kapıyı kırıp gelen askerler, durumu görmüşler. Vurup kurdu oracıkta öldürmüşler. Damat ise öldüğü için iş işten geçmiş. Padişah koşup gelmiş. Durumu görünce: — Yazgı bu… Çaresi yok, demiş. Olaydan sonra oğlanın anası babası padişaha gelmişler, durumu sormuşlar. Padişah da ilk gün evlerine konuk olduğunu, gelen meleğin çocuğun yazgısını yazdığını, kendisinin bunu gördüğünü ve öğrendiğini anlatmış. Bugün askerleriyle geldiği halde yazgının karşısında duramadığını söylemiş. Herkes sessizce dağılmış. Padişah askerlerini toplayıp sarayına giderken ev sahibine de bir miktar altın bırakmış gitmiş.  
KULA KIZI
Doğu Anadolu Bölgesi
Ağrı
KULA KIZI Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, zamanın birinde bir Kula Kız varmış. Kula Kız erkek gibi bir kızmış. Ata biner, silah kullanır, erkeklerle güreşir, yarışırmış. Hiçbir erkek Kula Kız’a karşı koyamıyormuş. Bir gün Kula Kız yedi kız arkadaşını almış, dağa süpürge otu toplamaya gitmişler. Süpürgenin çok olduğu dağa gelmişler. Kızlar evlerinin ihtiyaçları olan süpürgeleri demetlemiş, üst üste yığmışlar. Sonra bağlayıp yüklenecekleri zaman havanın karardığını görmüşler. Biri Kula Kız’a:   — Kula Kız, gece olmuş bizim haberimiz yok demiş. Kula Kız:   — Gece olsun ne olacak? Demiş. Kız:   — Ne olacağı var mı, evimizin yolunu nasıl bulacağız? Demiş. Kula Kız:   — Ben varım hiç merak etmeyin. Ben sizi alır köye ulaştırırım demiş. Herkes süpürge otlarını bağlamış, sırtlamış. Sonra karanlıkta sıralanmışlar. Biri:   — Kula Kız, biz hazırız. Düş önümüze demiş. Kula Kız:    — Kızlar sizi it ürüyene mi, tütün tütene mi götüreyim? Demiş. Kızlar bir ağızdan:    —Aman Kula Kız, it ürüyene neye gideceğiz? İtler bizi parçalarsa ne yapacağız? Bizi tütün tütene götür demişler. Kula Kız, ardındaki yedi kızı dağdan aşağıya doğru indirmeye başlamış. Bir zaman yürüdükten sonra karşıdan bir ışık görmüşler. Işıkla birlikte bacadan duman da tütüyormuş. Yürüye yürüye ışığa doğru gelmişler. Uzaktan ışığın sonunda bir mağara olduğunu görmüşler. Mağaradan ışıkla birlikte dumanlar ve kırmızı et kokuları yayılıyormuş. Sabahtan beri aç olan kızların aklı başlarından gitmiş. Kula Kız’a:  — Kula Kız, sağol. Bizi karnımızı doyuracak bir yere getirdin demişler. Kula Kız:  — Kızlar yaklaşmayın bakalım, kimdir nedir? Bu mağara ne mağarasıdır, öğrenip geleyim demiş. Kızlardan yüklerini bırakıp biraz dinlenmelerini istemiş. Kızlar Kula Kız’ı beklerken Kula Kız da yavaşça mağaraya yaklaşmış. Bakmış ateşin başında koca bir dev oturuyor. Yaktığı koca alevde etler kızartıp yiyormuş. Kula Kız tam ayrılıp gideceği an ateşin başındaki dev bağırmış:   — Vay Kula Kız senle yedi arkadaşın benim konuğumsunuz. Hoş geldiniz. Ben de sizleri bekliyordum. Gelin sizlere etler kızartıyorum. Sıcak yataklarınız da hazır demiş. Bu sözler üzerine Kula Kız artık kaçamayacağını anlamış. Devin sesini kızlar da işittiklerinden onlar da yüklerini alıp mağaraya doğru gelmeye başlamışlar. Kula Kız da ister istemez saklandığı yerden çıkıp devin ateşine doğru gelmiş. Kızlar ateşin çevresine gelince dev yakaladığı kuşları birer birer pişirip kızlara vermiş. Kendisi de koca bir tepe halinde yığdığı kuşları yemeğe koyulmuş. Kızlar kuşları yiyip karınlarını doyurmuşlar. Daha sonra hepsinin yorgunluktan gözleri kapanmaya başlamış. Dev onlara:   —Kızlar çok yorgunsunuz. Kalkın bakalım size hazırladığım yataklara girin temiz bir uyku çekin bakalım demiş. Kızları alıp mağarada onlar için hazırladığı yataklara getirmiş. Sonra:  —Burası yatacağınız yer. Herkes yataklarına bakalım deyip kapıyı kapatıp o bölmeden çıkmış. Devin çıktığını gören Kula Kız:  — Kızlar dikkatli olun. Bu bir devdir. Bizim uyuduğumuzu görürse hepimizi birer birer yer demiş. Demiş ama dinleyen kim. Hepsi yorgunluktan bitkin halde oldukları için çoktan uyumuşlarmış. Kula Kız, uyumadan yatağında sağa sola dönüp dururken birden kapının aralandığını duymuş. Dev içeriye fısıltılı biçimde:  — Kızlar kim uyanık, kim yatık? Demiş. Kula Kız:  — Kızların hepsi yatık, Kula Kız uyanık demiş. Dev:  — Kula Kız niye uyumuyorsun? Demiş. Kula Kız:  — Benim anam uyumadan önce bana kara koyunun etini kavurma yapıp getirirdi. Ben yedikten sonra uyurdum demiş. Dev:  — O kadar kuş yedin de doymadın mı? Bir de kara koyunun kavurmasını istersin demiş. Kula Kız:  — Doymadım demiş. Dev kalkıp gitmiş, bir koyunu kesip kavurma yapmış. Bu arada Kula Kız da diğer kızları uyandırmış. Hepsini kavurma yemek için toplayıp mağaranın ateşinin başına getirmiş. Kavurmayı yedikten sonra kızlar yine yataklarına girmişler. Kula Kız:  — Kızlar, sizler uykunuzu uyuyun. Ben sizi beklerim demiş. Kızların hepsi yataklarında uykuya dalmışlar. Biraz sonra yine kapı hafifçe aralanmış. Fısıltılı bir sesle dev gelip sormuş.  — Kızlar, kim uyanık kim yatık? Demiş. Kula Kız:  — Kızların hepsi yatık, ben uyanık demiş. Dev:  — Kula kız sen niye uyumuyorsun? Diye sormuş. Kula Kız:  — Eti yedim, susadım. Ben her gece uyumadan önce annem bana taşgözerle su getirirdi. Ben taşgözerden suyumu içtikten sonra uyurum demiş. Dev:  —  Peki ben gidip getireyim sen de uyu demiş. Dev, taşgözeri eline alıp çeşmenin yolunu tutmuş. Gidip çeşmeye varmış. Taşgözerin deliklerinde sular akıp akıp gitmiş. Taşgözeri çekince içinde su diye bir şey kalmıyormuş. Bakmış ki böyle koca delikleri olan taşgözerde su durmayacak. Tutup içine pislemiş, her yanına yaymış. Sonra çeşmenin suyuna daldırıp kaldırınca suyun içinde kaldığını görmüş. Suyu alıp koşarcasına mağaraya gelmiş. Bakmış ki mağarada hiç kimse yok. Yalnız Kula Kız yatağının üzerinde uyanık duruyor. Dev hemen sormuş:  —Kula kız, kızlar nerede? Kula kız:  — Kızların hepsi eve gitti. Bir ben yalnız kaldım burada demiş. Dev kızmış, suyu fırlatmış. Kula Kız’ı tuttuğu gibi bir torbanın içine koyup ağzını iple bağlamış. İpi de alıp mağaranın duvarında asmış. Sonra Kula Kız’a dönüp: — Kula kız biliyorum, kızları sen gönderdin. Şimdi ben gidip şu meşeden iyi bir ağaç getireyim de seni döve döve öldüreyim demiş. Dev ormandaki meşelerden gidip ağaç getirinceye kadar Kula Kız cebindeki çakısıyla torbayı yırtıp içinden çıkmış. Sonra devin bir danası ile horozunu içine koymuş. Dev kestiği ince meşe ağaçlarıyla torbaya indirdikçe içindeki dana:  —Bee ediyormuş. Yine vurmaya devam ettikçe içindeki horoz:  —Kığğ ediyormuş. Dev de bu sesleri işitince: — Al sana Kula Kız, sana vurdukça seni dana gibi böğürteceğim. Al sana, seni horoz gibi bağırtana kadar döveceğim. Ölünceye kadar bağırtacağım demiş. Vurdukça torbadan sesler geliyormuş. Dev de:  —Bağır Kula Kız, bağır bakalım diyormuş. Biraz sonra ip kopmuş, torba düşmüş. Dev torbayı açınca şaşırmış. İçindeki danası ile horozu yemiş. Onların öldüğünü görünce çok kızmış. Sağa sola saldırmış, köpürmüş. Ağzından köpükler dere gibi akmış. Sonunda Kula Kız saklandığı yerden çıkmış. Bir kibrit çakıp otluğu ateşe vermiş. Otlukta uyuyan dev ateşte tutuşup kavrulmuş, yanmış. Kula Kız gidip kızları sakladığı yerden çıkarmış. Onların tümü mağaraya gelmişler. Devin yükte hafif, pahada ağır neyi var neyi yok hepsini toplamış, yüklenmiş, köylerine götürmüşler. Böylece ömrünün sonuna kadar yemiş, içmiş, mutlu olmuşlar.
UNUTKAN ADAM
Doğu Anadolu Bölgesi
Ağrı
[Unutkan Adam] Bir varmış bir yokmuş. Yaşlı bir adam varmış. Bu bir eve misafir olup. Orda helise isminde bir yemek yapırlarmış. Heliseyi yer der ki: — Valla ben eve gidip karıya bunu yapdıracam. Yola çıhır gelir bir çamırlığa yahlaşır deyir: — Valla bu yemeh menim ahlımdan çıhdı. Girer çamırın içine merkepnen dolanır dolanır, bir adam gelir der: — Eya adam! Sen ne yapırsan o çamırın içinde , dolaşıp durursan. Diyip ki: — Valla men bi yemek ismi bilirdim, o ismi kaybetmişim oni arıyıram. Bu çamırın içinde o ismi çıharacam. O da diyir ki: — Ya sen buni çığniya helise ettin. — Aman ah! Sağol, buldum onun adını, der, gidir.
KÜÇÜK KUŞUN ETTİKLERİ
Doğu Anadolu Bölgesi
Ağrı
KÜÇÜK KUŞUN ETTİKLERİ Bir varmış bir yokmuş. Çok eski zamanlarda küçük bir kuş varmış. Bu kuş ormanda ağaçların arasında mutlu bir şekilde yaşıyormuş. Bir gün ağaçların arasında uçuyormuş. Dikenli bir alanda yürürken ayağına bir diken batmış. Zavallı kuş bir türlü bu dikeni çıkaramamış. Ağlamış sızlamış öyle ağlamış ki gözyaşları yerine gözlerinden kanlar akmaya başlamış. Bu acıyla bir köye gitmiş. Köyde yaşlı bir kadın ekmek pişirmek için tandırı yakmaya çalışıyormuş. Tandırı bir türlü yakamıyormuş. Küçük kuş yaşlı kadına seslenmiş. - Eğer benim ayağımdaki dikeni çıkarıp tandıra atarsan, tandırın yanar, demiş. Yaşlı kadın dikeni çıkarıp tandıra atmış, tandır yanmaya başlamış. Yaşlı kadın kuşa teşekkür etmiş. Ekmekleri pişirmeye başlamış. Yaşlı kadın buna karşılık, kuşa altı ekmek vermek istemiş. Ama kuş ağlamaya başlayıp ekmek istemediğini; ekmek yerine altı kete istediğini söylemiş. Yaşlı kadın altı kete pişirip kuşa vermiş. Kuş altı keteyi alıp yola koyulmuş. Az gitmiş  uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Yolda bir koyun sürüsünün yanına gitmiş. Çobanlarla konuşmaya başlamış. Akşam olmuş, çobanlar yemek yemeğe başlamışlar. Kuş bunları görünce altı keteyi çıkarıp çobanlara vermiş. Aç çobanlar keteyi yoğurtla bir güzel yemişler. Çobanlar yemeği yedikten sonra kuş ağlamaya başlamış: -Ya altı ketemi ya da altı koç vereceksiniz, demiş. Çobanlar şaşırmışlar. Değil kete ekmeği bile bir haftadır bulamadıklarını söylemişler. Koçları da veremezler. Çünkü sahipleri bunu duyunca hem koçların parasını hesaplarından kesecek hem de görevlerine son verecekmiş. Çobanlar kuşa yalvarmaya başlamışlar. Ama fayda etmemiş. Çaresiz kalan çobanlar koçları vermeye karar vermişler. Sahibine ise koçları kurdun kaptığını söyleyeceklermiş. Kuş altı koçu alıp köye doğru gitmeye başlamış. Küçük kuş köye varmış. Köyde düğün varmış. Herkes toplanıp eğleniyormuş. Küçük kuş hemen düğünün olduğu yere gitmiş. Düğünde gördüklerine inanamamış. Hayvanlar olmadığı için düğün yemeği olarak köpekleri kesiyorlarmış. Kuş hemen sormaya başlamış: -Niye bu hayvanları kesiyorsunuz, başka hayvanlar yok mu? demiş. Düğün sahipleri: -Salgın bir hastalık geldi. Bütün hayvanlarımız telef oldu. Yalnız köpekler kaldı. Biz de mecburen bunları kesiyoruz, demişler. Kuş hemen altı koçu vermiş. Köylüler altı koçu kesip bir güzel yemişler. Hep birlikte eğlenmeye başlamışlar. Akşama doğru düğün dağılmaya başlayınca kuş ağlamaya başlamış. -Ya altı koçumu verirsiniz ya da gelini alırım, demiş. Köylüler yalvarmaya başlamışlar. Ama kuşun inadı tutmuş. Ne yapıp edip kuşu bir türlü ikna edememişler. Mecbur kalan köylü, gelini vermeye karar vermiş. Kuşa gelini vermişler. Kuş gelini alıp yola koyulmuş. Kuş iki gün gittikten sonra yol üstünde acıklı flüt çalan birini bulmuş. Kuş hemen yanına gitmiş. -Neden burada yalnız kalıp böyle acılı çalıyorsun? demiş. Flütçü: -Sevdiğim bir kız vardı. Fakirim diye bana vermediler. Zengin birine verdiler. Ben ağlayıp çalmayayım da kim çalsın? demiş. Kuş bu duruma çok üzülmüş, gelini flütçüye vermiş, karşılığında da flütü almış. Flütçü gelini alıp gitmiş. Kuş, bir taşın üsütne oturup çalmaya başlamış: -Hey hey! Bir dikeni altı keteye verdim. Alıp keteyi altı koça verdim. Hey hey! Altı koçu bir geline verdim. Bir gelini bir flüte verdim. Hey hey hey! Diye bağırıp çalmaya başlamış. Flütü taşa vurup taşta kırmış. Tekrar kalkıp yoluna devam etmiş.  
UĞURSUZ ADAM
Doğu Anadolu Bölgesi
Ağrı
UĞURSUZ ADAM Zamanın birinde bir adam yaşıyormuş. O zamanda harpmış, savaş zamanı imiş. Bu adam bir şehre gider, rastgele bir evin kapısını çalar. Kapıyı bir kadın açar. Kadının kocası bir harpte ölmüş. Evde tekmiş. Bu adamı içeri almamaya karar vermiş. Fakat adam kadına çok yalvarmış. O gün çok da yağmur yağıyormuş. Adam kadına bu gece burada kalacağını, sabah erkenden gideceğini söylemiş. Kadın mecbur kalıp adamı eve alır. Adamın yatağını salona bırakır. Kendisi de odada yatar. Gece yarısı kadını bir sancı tutmuş. Önce adamı uyandırmaya utanmış, sonra mecbur kalıp uyandırmış. Adama: — Amca beni bir sancı tuttu. Bu dağın arkasında köylere ebelik yapan bir kocakarı var. Beni Allah rızası için oraya götür, demiş. Adam kadına: — Sen burada bekle ben gidip ebeyi buraya getiririm, demiş. Adam kalkar dağın arkasına gider. Kapıyı çalar, yaşlı bir adam çıkar. — Ne istiyorsun? Demiş yaşlı adam. Gelen adam da: — İlerde bir köyde bir kadın doğum yapacak, sancısı tutmuş. Ben buraya ebe kadını götürmeye geldim, demiş. Yaşlı adam: — Onun gözleri görmez, onu ancak sırtına alıp götürebilirsin, demiş. Adam yaşlı kadını alıp yola düşer. Epey yol aldıktan sonra biraz mola alayım demiş. Kadını yere bırakır bırakmaz hemen oracıkta bulunan bir kuyuya yuvarlanmış kadın. Kadın ağlamaya başlamış. Kadını kuyuda bırakıp gider. Sonunda bir şehre varır. Nereye gideceğini bilemez. Kadını kuyuda nasıl bıraktığını düşünerek şehirde o tarafa bu tarafa dolaşır. Sonunda bir adama rastlar. Adam kendisini barındırmasını istemiş. Adam da ona: — Benim evime bekçilik yaparsan ben seni barındırırım, demiş. Adam da kabul etmiş. Adam artık bekçilik etmeye başlamış. Ev sahibi bekçiye: — Benden başka bu eve gireni vuracaksın, demiş. Ev sahibinin karısının bir dostu varmış. On gün gibi bir süre içinde kimse eve girmemiş. Bir gün kadının dostu gizlice eve girmiş. O da girdiğini görmüş. Baltayı eline almış. Adamın çıkmasını beklemiş. Adam çıkar çıkmaz kafasını baltayla kesmiş. Çakmağı yakıp adamın yüzüne bakmış. Bir de ne görsün! Yanlışlıkla ev sahibini öldürmüş. Oradan da kaçar. Tekrar on gece on gündüz yol yürür. Sonra bir şehre varır. Şehirde aç susuz gezmeye başlar. Tekrar bir adama rastlamış. Adam ona: — Niye böyle o tarafa bu tarafa dolaşıyorsun? O da: — Gidecek yerim yok, demiş. Adam bunu alıp eve götürmüş. Ona, der ki: — Benim bir atım, bir de eşeğim var. Onları gündüz götürüp otlatırsan ben de seni barındırırım, demiş. O da kabul etmiş. Ve işine başlamış. Bir gün iki gün haftalar aylar derken seneler geçmiş aradan. Bir gün aklına eskiden yaptıkları gelir. O kadını nasıl kuyuda bıraktığını, evinde kaldığı adamı nasıl öldürdüğünü düşünür. Öylece düşünür kalır. Ayıldığında atın çamura battığını görür. Atı kurtaramaz. At orada geberir. Atın sahibinden çekinir eve gidemez. Oradan da kaçar. Az gelir, uz gelir, dere tepe düz gelir. Sonunda bir yerde ağlama bağırma sesi duyar. Hemen oraya doğru gider. Herkesin ağladığını görür. Bir taraftan da davul zurna çaldığını görmüş. Hemen orada bulunanlardan birisine sorar: — Neyin nesidir? Bu taraftan yas; bir taraftan da davul zurna. Çok şaşırır. Adam da: — Bizim adetimiz böyledir. Ölen bir kişinin ardından böyle şeyler yaparız, demiş. Sonunda bu adam gidip bir padişaha oğul olmuş.
Küçük Serçe
Doğu Anadolu Bölgesi
Ağrı
KÜÇÜK SERÇE Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde bir serçe kuşu varmış. Bir gün serçe kuşunun ayağına bir diken batmış. Serçe kuşu dikenin verdiği acıyla uçmaya başlamış. Bir köye geldiğinde yaşlı bir kadının tandırını bir türlü yakamadığını görmüş. Serçe kuşu yaşlı kadına: — Ayağımdaki dikeni çıkar, tandıra at, tandırın hemen yanar, demiş. Yaşlı kadın bunu yapmış ve tandırı hemen yanmış. Ama serçe kuşu: — Dikenimi isterim, diye tutturmuş. Ya dikenimi verirsin ya da ekmek verirsin, demiş. Yaşlı kadın yedi ekmeği vermiş. Serçe kuşu ekmeği almış, yolda giderken bir de bakmış ki çobanlar süt sağmışlar ama ekmekleri olmadığı için karınlarını doyuramıyorlarmış. Serçe çobanlara: — Size ekmeğimi vereyim, siz de bana yedi koyun verin. Böylece karnınızı doyurursunuz, demiş. Çobanlar yedi ekmeği alıp yedi koyunu serçeye vermişler. Serçe yedi koyunu önüne koyup sürmüş. Az gidip uz gitmiş, yolda bir düğün alayına rastlamış. Düğün alayındakiler at ve eşekler kesip yiyorlarmış. Bunu gören serçe kuşu: — Eşek eti yemeyin, ben size koyun vereyim, onları kesip yiyin. Ama siz de bana gelini verin, demiş. Düğün alayındakiler bunu kabul etmişler ve gelini verip koyunları almışlar. Serçe, gelini alıp yola koyulmuş. Yolda bir çobanın elinde bir düdükle efkârlı türküler çaldığını görmüş. Serçe kuşu çobana derdinin ne olduğunu sormuş. Çoban: Kimsenin kendisiyle evlenmek istemediğini ve bekârlıktan dolayı böyle sıkıntılı olduğunu söylemiş. Serçe: — Bir gelin vereyim, sen de bana o düdüğünü ver, demiş. Çoban bunu kabul etmiş ve düdüğü vermiş. Serçe düdüğü almış ve bir ağacın dalına çıkarak şu türküyü söylemeye başlamış: Düt düt düt Ayağıma bir diken battı Bir diken verdim yedi ekmeğe Yedi ekmeği verdim yedi koyuna Yedi koyunu verdim bir geline Bir gelini verdim bir düdüğe Düt düt düt  
YAŞLI NİNENİN HOROZU
Doğu Anadolu Bölgesi
Ağrı
YAŞLI NİNENİN HOROZU Bir varmış bir yohmuş. Yaşlı bir nine varmış. Ninenin de bir horozu varmış. Ninenin horozu bir gün çöplükde eşinirken ayağına bir diken batıyor. Doğru ninenin yanına geliyor. Nine de tandırda ehmek yapıyormuş. Nineye diyor: -Nine bu dikeni çıhar at tandıra ekmekler pişsin. Nine horozun ayağınnan dikeni çıhari tandıra ati, ekmeklerini pişiri. Horoz dolaşmaya gidi tekrar döni. -Nine benim dikenimi ver diyor. Nine de: -Ya senin dikenini atdıh tendire ekmekleri pişirdih. Horoz da: - Ben annamam dikenimi ver. Yohsa bana bir ekmek ver diyor. Nine buna ekmek veriyor. Bu ekmeği alıp biraz yürüdükten sonra bahiyor tarlada çobanlar koyunlardan süt sağmış, ekmeksiz sütü yiyorlar ama doymuyorlar. Diyi: -Alın size ekmek karnınızi doyurun. Çobanlar ekmeği süte doğrayıp yiyorlar. Horoz tekrar dolaşmaya gidip dönüyor ve çobanlara diyor: -Benim ekmeğimi verin. Çobanlar da: -Yav senin ekmeğini yedih midemizdem çıharacah halimiz yoh ya! Diyerler. Horoz: -Yoh benim ekmeğimi verin, yohsa burdan bir koyun verin diyor. Koyuni veriyorlar horoz alıp gidiyor. Giderken bir düğün evine rastgeliyor. Bahiyor düğünde misafirlere ikram edeceh bi şey yoh. Düğün sahibini buluyor diyor: -Al sana koyun, misafirlere yedir. Düğün sahibi seviniyor. Koyuni alıp misafirlerine yediriryor. Yedirdihten sora horoz tekrar geliyor: -Benim koyunumi verin diyor. Onlar da koyuni kesip misafirlere verdiklerini söylüyorlar. Horoz da: -Annamam, menim koyunumi verisizse verin yohsa ben gelini kaşırırım diyor. Ve horoz gelini kaçırır. Kaçırıp giderken düğün alayına doğri bi davulci geliyormuş. Davulciya demiş: -Gel sennen davulnan gelini değiştirelim. Davulun gelini değiştiriyor. Tokmağı aliyor eline yüksek bi dağın tepesine çıhiyor. Orda bu yapdıhlarıni şarki yapıp söylüyormuş: Dikeni verdim ekme aldım Ekmeği verdim koyun aldım Koyuni verdim gelin aldım Gelini verdim davul adım Dıngıra dıngır dıngıra dıngır Dıngıra dıngır dıngıra dıngır. O anda bi fırtına çıhar. Bunun davuluni, horozuni, tohmağıni yallah denizin ortasına götürür ve orda horozi boğar. Yapduhkarınnan dolayi Allah ona bu cezayı verir. Yerler içerler, muratlarına geçerler.
KURNAZ TİLKİNİN BAŞINA GELENLER
Doğu Anadolu Bölgesi
Ağrı
[Kurnaz Tilkinin Başına Gelenler] Bir varmış bir yokmuş. Zamanın birinde bir tilki varmış. Bu tilkinin yolda bulduğu pirinci orada yaşayan yaşlı bir nineye vermiş. Sonra uğrayıp alırım demiş. Bu arada nine, o pirinci yaptığı aşın içine atmış. Tilki bir ara çıkagelmiş. — Nine nine, ben geldim. Pirincimi ver gideyim, demiş. Nine de: — Valla pirincini çorbaya attım. Elden bir şey gelmez. Otur beraber içelim, demiş. Tilki razı olmamış. — İlle de vereceksin, demiş. Çaresiz kalan nine gitmiş bulmuş buluşturmuş, tilkinin pirincini vermiş. Pirincini alan tilki başka bir köye gitmiş. Orada da bir yaşlı nine bulmuş ve pirincini ona verip sonra alacağını söylemiş. Pirinci alan nine ondan çorba yapmış ve tilkiyi gelmez sanıp çorbanın hepsini içmiş. Derken tilki ertesi gün çıkagelmiş. — Nineciğim ben geldim. Pirincimi ver gideyim, demiş. Nine: — Valla onu çorba yaptım. Seni bekledim gelmedin. Gelmeyince de hepsini ben içtim, demiş. Tilki razı olmayıp diretmiş ve pirinç yerine bir koyun istemiş. Nine çaresiz kalmış ve köy ağasına durumu anlatıp bir koyun almış ve getirip tilkiye vermiş. Tilki koyunu önüne alıp başka bir köye gitmiş ve yaşlı bir nine bulmuş. Koyunu ona verip sonra alacağını söylemiş. Koyunu alan nine götürüp onu satmış ve parasını cebine koymuş. Bu arada tilki çıkagelmiş. — Nineciğim nineciğim, ben geldim. Koyunumu ver gideyim, demiş. Nine: — Koyunun açıldı ve başını alıp gitti, demiş. Tilki bunu kabullenememiş ve ondan ille de bir öküz vermesini istemiş. Nine çaresiz kalkıp ağaya gitmiş ve ondan bir öküz alıp tilkiye vermiş. Öküzü alan tilki, onun ipinden gidip başka bir köye gitmiş. Yaşlı bir ninenin evinin önünde durmuş. Öküzü evinin önüne bağlayıp sonra alacağını söylemiş. Tilki gidince nine onu götürüp kesmiş ve bir güzel kavurmuş. Ertesi gün tilki çıkagelmiş. — Nine nine, canım nine ben geldim. Öküzümü ver de gideyim, demiş. Nine: — Öküzün en son burada bağlıydı. Çayıra otlamağa inmiştir, demiş. Tilki buna razı olmamış ve öküzünün yerine ondan ille de bir at vermesini istemiş. Çaresiz kalan nine ağaya gitmiş ve ondan bir at istemiş. Ağa da deli ve huysuz bir atını vermiş nineye. Atı alan nine bunu getirip tilkiye vermiş. Tilki ata binip başka bir köye giderken, at yolda sekmeğe başlamış. Bunun üzerine tilki ata: — Neyi var, noldu? Diye sormuş. At da: — Ayağıma diken battı in çıkar, demiş. Tilki atın arkasına geçip dikeni çıkarmağa çalışırken at buna bir çifte atmış ve tilki üç beş metre uzağa yığılmış kalmış. Tilki bir daha da hiçbir köye gidememiş.
[Pireyi Bilen Dev]
Akdeniz Bölgesi
Mersin
Bir varmış bir yokmuş. Çok eskiden bir padişah varmış. Bu padişah, bir gün saçını karıştırırken saçında bir tane pire bulmuş. Bilginleri toplatıp bu hayvanın ne olduğunu sormuş. Onlar da bunun pire olduğunu ve kanla beslendiğini söylemişler. Bunun üzerine padişah: — Pireye her gün yeterince kan verin, demiş. Pireye her gün kan vermişler. Aradan uzun zaman geçmiş, pire koskocaman bir dev olmuş. Bu arada padişah, güzel kızını evlendirmek istemiş. Ama kızını istemeye gelen damat adaylarından bu devin adının ne olduğunun bilinmesini istemiş. Kızın gönlü de vezirin oğlundaymış, meğer. Bu arada, gelen gençler acayip yaratığın ne olduğunu bilememişler. Kız bir gün bakmış ki vezirin oğlu da geliyor. Hemen bir kağıda yaratığın adının pire olduğunu yazıp aşağıya atmış. Vezirin oğlu, kağıda bakmadan geçmiş. Meğer hemen arkasından dev gelmekteymiş. Dev saraya gelip sorunun cevabını vermiş ve kızı padişahtan istemiş. Padişah verdiği sözü tutmak zorunda kaldığından kızını deve vermiş. Meğer bu devin çok büyük bir sarayı, bu sarayın da kırk kapısı varmış. Bu kapılardan otuz dokuzu açık, bir tanesi kapalıymış. Kız, bu kapalı kapıyı çok merak edermiş. Bir gün, devin saçını karıştırırken o kapının anahtarını devin saçının arasında bulmuş. Gidip kapıyı açınca devin esirleri bu odada diğer devlere yedirdiğini görmüş. Kız, bunun üzerine: — Bu dev beni bu gün mü yiyecek, yarın mı, diye korkmaya başlamış. Üzüntüsünden ağlamaya başlamış. Kızın ağladığını gören dev: — Neden ağlıyorsun, demiş. Kız da: — Annemi özledim, onun için ağlıyorum, demiş. Dev, gidip bir cadı kadını getirmiş. Prensesin odasına gönderip: — Niçin ağlıyormuş, derdi neymiş, bir öğren, demiş. Kız, annesi sandığı cadı kadına her şeyi anlatmış. Cadı kadın da gidip deve her şeyi anlatmış. Dev sırlarının öğrenildiğine çok kızıp cadı kadını kırkıncı odaya, devlerin önüne atmış. Günlerden bir gün dev uyurken kız saraydan kaçmış. Günlerce, gece gündüz yol gitmiş. Bitkinlikten bir ormanın içinde çeşmenin başına gelip uyumuş. Gözlerini açınca başucunda birisinin durduğunu görünce çok korkmuş. Kim olduğunu sormuş. Adam: — Ben bu ülkenin prensiyim, avlanıyorum. Atım beni bu tarafa getirdi. Geldiğimde sen de uyuyordun. Uyandırmaya kıyamadım. Şimdi, sen anlat. Kimsin, bu ıssız yerde ne arıyorsun, demiş. Kız, başından geçenleri anlatmış. Prens, kızı alıp saraya dönmüş. Kırk gün kırk gece düğün yapıp evlenmişler. Meğer kızın içinde hep bir korku varmış. Kendi kendine “Bir gün dev beni bulup öldürürse…” diye korkarmış. Bir gün yine böyle düşünceli düşünceli sarayın penceresinden sokağı seyrederken bir de ne görsün! Meğer dev sokaktan geçiyormuş. Hemen prensin adamlarına haber verip sarayın önüne çukur kazdırmış. Üzerine de halı serdirmiş. Bir taraftan da kazanlarda su kaynattırmış. Dev, yorgun argın gelmiş, halının üzerine oturur oturmaz çukura düşmüş. Hemen üzerine sıcak su döküp devin cezasını vermişler. Böylece dev, yaptığı kötülüğün cezasını çekmiş. Prens ve prenses, uzun yıllar mutlu bir hayat sürmüşler. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine. Gökten üç elma düştü birisi masalı dinleyenlere, birisi tüm sevenlere, birisi de iyi insanların üstüne.
Bit ile Pire Masalı
İç Anadolu Bölgesi
Kırşehir
  BİT İLE PİRE MASALI Bir tane bit ile pire arkadaşlarmış, aynı odada kalıyorlarmış. Bir gün sabaha kadar kar yağmış. Sabah kalkmışlar, pire bite: — Sen çatıya çık karı kürü, diyo. —Ben karı kürüyüm. Gelecene sen kahvaltıyı hazırla, diyo bit de. —Ben sana çığırırım. — Ne zaman çığırırsın? —Yağı tavaya koyup da yağ cızıt diyince ben sana çığırırım, diyo. Yağ tavada cızıt diyo, bit pireyi çağırıyo. Pire gelmiyo. Yağ ikinciye cızıt diyo, bit gene gelmiyo. Pire çatıya çıkıyo, bakıyo ki bit ölmüş. Bit ölünce pire ağlamaya başlıyo. Bir kartal geliyo diyo ki: —Niye ağlıyon? —Bit ölür de pire ağlamaz mı, diyo. —O zaman ben de kanatlarımı yolarım, diyo ve kartal kanatlarını yoluyo.  Sonra güvercin geliyo kartala: —Niye ağlıyon, diyo. —Bit ölür de pire ağlamaz mı? Kartal kanadını yolmaz mı, diyo. — O zaman ben de kuyruğumu yolmam mı? Güvercin kuyruğunu yoluyo. Kız geliyo güvercine: — Niye böyle oldun, diyo. — İt öldü, pire ağladı, kartal kanadını yoldu, ben de kuyruğumu yolmam mı, diyo. — O zaman ben de testimi kırarım. Söğüt kızın testiyi kırdığını görüyo: — Niye testini kırdın, diyo. — Bit öldü, pire ağladı, kartal kanadını kırdı, güvercin kuyruğunu yoldu, ben de testimi kırmam mı, diyo. Kız böyle diyincek söğüt: — O zaman ben de yaprağmı dökerim, diyo. Su söğüdügörüyo: — Niye yaprağnı döktün, diyo. — Bit öldü, pire ağladı, kartal kanadını kırdı, güvercin kuyruğunu yoldu, kız testiyi kırdı, ben de yaprağmı dökmem mi? — O zaman ben de bulanık akarım, diyo. Su da bulanık akmaya başlıyo. En sonunda biri geliyo: — Ölen bit değil mi? Siz kendinize niye bu kadar zahmet veriyorsunuz, diyo. — Ölen bit amma insanlardaki pis kanları emip insanları hastalıktan kurtarıyo. Artık insanlar hep hasta olacaklar, diyo. Bit öldükten sonra insanlar hep hasta oluyo.  
[Memiş'in Kaderi]
Akdeniz Bölgesi
Mersin
  Uzun yıllar önce bir padişah varmış. Bu padişah eğlenceye düşkün olduğu için, gereksiz yere para harcarmış. Bir gün bakmış ki hazinede hiç para kalmamış. Vezirlerini toplayıp: -Ne yapalım da halktan para toplayalım, demiş. En sonunda halktan vergi almaya karar vermişler. Ama kimden nasıl vergi alacaklarını bilmiyorlarmış. Yaşlı olan vezire sormuşlar, o da: -Öncelikle pazardan alış veriş edenden, sonra adı Memiş olandan, daha sonra başı kel olandan, en son olarak da karısından korkandan vergi alacağız, demiş. Padişah da bu fikri uygun bulmuş. Derken adamın biri köyden gelip pazarda dört akçeye bir horoz satmış. Adamın etrafını padişahın adamları çevirmiş: -Sattığın horoza vergi vardı. Bir akçe vereceksin, demişler. Adam: -Zaten dört akçeye sattım, dediyse de padişahın adamları adamı sıkıştırmaya devam etmişler. Bu arada bir adam gelip: -Ver yav Memiş, nasıl olsa alacaklar, demiş. Bu sefer padişahın adamları: -Senin adın da Memiş’miş. Bir akçe daha vereceksin, deyince adam sıkıntıdan terlemeye başlamış. Ferahlamak için şapkasını çıkarmış. Adamın kafası da kelmiş meğer. Adamlar: -Borcun üç akçe oldu. Senin başın da kelmiş, diyince adam şaşırıp: -Dört akçeye horoz sattım. Üç akçesi gitti, karıma ben ne söylerim, der demez adamın bütün akçesini elinden almışlar.
[Balıkçı Mehmet]
Akdeniz Bölgesi
Mersin
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, pireler tellal iken, develer berber iken ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, deniz kenarındaki köyün birinde Balıkçı Mehmet ile annesi yaşarmış. Mehmet tuttuğu balıklarla evlerini zar zor geçindirrmiş. Mehmet bir gün denizde avlanırken bir balık kafası bulmuş. Bulduğu bu kafayı getirip evin duvarına asmış. Bundan sonra Mehmet’in evinde bolluk bereket olmuş. Akşamları evde çeşitli yemek bulunur; avdan, pazardan elleri dolu döner olmuş. Evdeki çeşit çeşit yemeklere anlam veremeyen Mehmet kendi kendine: — Bunları anam yapamaz, diyip bir gün evi takip etmiş. Meğer balık kafasının içinden bir kız çıkar, yemekleri o hazırlamış. Kız, Mehmet’in çok hoşuna gitmiş. Mehmet: — Balık kafasını kırıp bu kızı yakalarsam kendime aile yaparım, diye düşünmüş. Neyse, Mehmet balık kafasını kırıp kızı kendine aile yapmış. Yapmış ama kız çok yalvarmış: — Beni sana yâr etmezler, demiş. Bu sırada da padişah kendisine uygun bir eş adayı ararmış. Şehirdeki evlere baksınlar diye onar onar asker gönderirmiş. Mehmet’in evinin kapısı bir türlü askerlere açılmazmış. Evdekiler ya uyur ya tarlada olur, bir türlü fırsat olmazmış. Padişah, durumu merak edip bir kocakarıyı Mehmet’in evine göndermiş. Kocakarı, yolda giderken yağmura tutulup çok ıslanmış. Mehmet’in karısı, kocakarıyı çok iyi karşılayıp onunla ilgilenmiş. Kocakarı, padişahın yanına varınca da: — Padişahım o evde bir kız var. Yemekleri de o hazırlıyor, diye anlattıktan sonra: “O kız tam size göre!’’ diye de kızı methetmiş. Bunun üzerine padişah, Mehmet’i yanına çağırtıp ondan bir salkım üzüm istemiş. Bu üzümü bütün ordu yiyecekmiş ama üzüm hiç tükenmeyecekmiş. Aksi halde Mehmet’in kafası kesilecekmiş. Mehmet, ağlaya ağlaya evine gitmiş. Karısına durumu anlatmış. Karısı da ona: — Balığın kafasını bulduğu yere git ve orda yalvar, demiş. Memet karısının dediğini yapınca, orada bir kapı açılmış. Ona bir salkım üzüm vermişler. Balıkçı Mehmet, yolda gelirken beni zaten öldürecekler, diyip üzümü yemeye başlamış. Ama üzüm bir türlü tükenmiyormuş. Mehmet bunu görünce sevinerek padişahın yanına gitmiş. Padişah, Mehmet’e: — Üzümü getirdin mi, diye sormuş. Mehmet de: — Getirdim padişahım, diyerek üzümü vermiş. Padişah, askerleri toplayıp üzümü yedirmiş ama üzüm tükenmemiş. Padişah, Mehmet’i öldüremediği için sinirlenip bu defa da: — Bana bir yumurta getir, içinden semerli bir eşek çıkıp uçsun. Getirmezsen kelleni vurduracağım diyip Mehmet’i göndermiş. Mehmet, yine ağlaya ağlaya eve gidip durumu karısına anlatmış. Karısı, onu yine balık kafasını bulduğu yere göndermüş. Mehmet’e oradan üç yumurta vermişler. Mehmet, yolda gelirken yumurtanın birini kırmış. Yumurtadan bir semerli eşek çıkıp hızla uzaklaşmış. Mehmet bu defa, eşeğin birine binip gideyim diye yumurtanın birini daha kırmış. Bu eşek de uçup gitmiş. Bu sefer yumurtayı alıp doğru padişaha gitmiş. Padişah, orduyu toplayıp yumurtayı kırmış. Bakmışlar ki gerçekten yumurtadan eşek çıkıyor. Padişah bu defa da Mehmet’ten bir çocuk istemiş. Bu çocuk, bir karış boyunda, sakalı iki karış, dili de bülbül gibi olacakmış. Mehmet bu defa yandık, diyerek evinin yolunu tutmuş. Karısı, onu yine balık kafasını bulduğu yere göndermiş. Mehmet’e: — Çocuk daha doğmadı biraz bekle, demişler. Biraz sonra eline bir çocuk tutuşturmuşlar. Mehmet yolda gelirken bu çocuk yeni doğdu neyi bilecek, diyip atmış. Biraz sonra çocuk Mehmet’in arkasından: — Baba, seni ancak ben kurtarırım, diye bağırmış. Neyse çocukla birlikte Mehmet, padişahın huzuruna çıkmışlar. Çocuğu bir masanın üstüne koymuşlar. Çocuk ile padişah arasında şöyle bir konuşma geçmiş: —Sen, ordunun tamamı yediği halde bitmeyen üzüm salkımı gördün mü? —Mehmet getirdi, gördüm. — Dizine kadar taş ol öyleyse, demiş. Padişah dizine kadar taş olmuş. —Sen hiç yumurtadan eşek çıkıp uçtuğunu gördün mü? —Mehmet getirdi gördüm, demiş. —Beline kadar taş ol öyleyse, demiş. Padişah beline kadar taş olmuş. —Sen hiç benim gibi çocuk gördün mü? — Mehmet getirdi gördüm, demiş. — Baştan aşaya taş ol öyleyse, demiş. Padişah baştan ayağa taş olup yuvarlanmış. Mehmet de ordunun başına geçip padişah olmuş. Ben onları bırakıp geldim. Ne yaptılar bilmem.
[Tasa Kuşu]
Akdeniz Bölgesi
Mersin
Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman için öksüz bir kız varmış. Bu kızı bir ağa yanına almış. Ağanın da bu kızın yaşlarında bir kızı varmış. Bu kızın en büyük derdi sürekli tasalanması imiş. Ağanın kızı da bu duruma çok üzülürmüş. Bir gün belki kız tasalanmayı bırakır diye, babasından arkadaşına bir kuş almasını istemiş. Babası onlara bir kuş alıp pencerenin kenarına koymuş. Bu kız kuşa bütün tasasını, dertlerini anlatır günlerini geçirirmiş. Kız, yirmi yaşına gelince kuş pencerenin camını kırarak dışarı uçmuş ve “Buna derler bir tasa!” diyerek uçup gitmiş. Ağa eve gelip camın kırıldığını görünce çok sinirlenmiş. Kızı kaldırıp bir dağın başına atmış. Dağın başında bir çoban da davarlarını güdermiş. Bu kıza rast gelince: —Hayırdır, kimsin sen; bu dağ başında ne gezersin, demiş. Kız da başından geçenleri anlatınca çoban onu yanına almış. Kız, çobanın koyunlarını sağar, yemeğini yaparken tasa kuşu yine gelmiş, sürüyü dağıtmış, koyunların kimini kaçırıp “Buna derler bir tasa!” diyerek gitmiş. Kız da ne yapsın, başlamış oturup ağlamaya. Çoban eve gelip durumu görünce zavallı kıza: —Zaten hayırlı bir şey olsan, sahibin seni dağın başına atmazdı, demiş ve onu bir dere başına götürüp bırakmış. Derken dağda kekik toplayan bir kahveci, bu kıza dere boyunda denk gelmiş. Başından geçenleri dinledikten sonra: —Sen kahvede bana yardım etsen, ben de ekmeğini versem olmaz mı, deyince kız da hemen kabul etmiş. Bir müddet böyle çalışırken yine bizim tasa kuşu gelmiş, kahveyi dağıtmış, fincanları kırıp “Buna derler bir tasa!” diyerek oradan kaçmış. Kahveci kahveye döndüğünde bir de ne görsün! Her taraf darmadağın… Kıza sinirlenip: —Ne ettin kahveme, fincanları neden kırdın; zaten hayırlı bir şey olsaydın oban seni bir dere kenarına bırakmazdı, diyerek onu götürüp dere kenarına bırakmış. Derken bir terzi oradan geçerken su içmek için dereye inmiş. Zavallı kızı derede görünce ona çok acımış ve onu yanına almış. Kız, terzinin yanında epey zaman çalıştıktan sonra yine bir gün tasa kuşu gelmiş. Terzi dükkânını dağıtıp bütün kumaşları yırtarak “Buna derler bir tasa!” diyerek oradan kaçmış. Terzi, dükkâna döndüğünde kumaşları görünce çok sinirlenmiş ve: —Zaten hayırlı bir şey olsan sahibin seni bir dere kenarına bırakmazdı, diyerek kızı bir dağ başına götürüp bırakmış. Kız gide gide bir kuyunun başına gelmiş. Az sonra eşkıyaların kuyuya su içmeye geldiklerini görünce kuyunun yanındaki ağacın tepesine çıkmış. Onlar su içip gittikten sonra iki avcı su içmeye gelmişler. Suya eğildiklerinde ağaçtaki kızın suretinin suya yansıdığını görmüşler. Oraya niye çıktığını sorduklarında kız başından geçenleri anlatmış. Avcılardan biri kızı helali yapmak için babasının evine götürmüş. Oğlanın babası: —Eşkıyalar bu kızın peşine düşüp huzurumuzu bozar ya, yine de hayırlısı olsun, demiş. Gel zaman git zaman bu kızın bir çocuğu olmuş. Ev halkı bu olaya sevinirken günün birinde yine tasa kuşu gelmiş. Kızın yüzünü, ağzını kanatıp “Buna derler bir tasa!” diyerek çocuğu alıp gitmiş. Kızın ağlamasına kaynanası, kayınbabası uyanmış. Kız, başından geçenleri anlatınca kayınbaba: —Ne olacak eşkıyaların elinden aldığın kızdan, çocuğunu yemiştir bu, demiş. Kocası ne gelir elden, diyerek karısını koklamış, öpmüş. Bir müddet sonra bir çocukları daha olmuş. Çocuk biraz serpilip büyümeye başlayınca tasa kuşu yine gelmiş. Annesinin ağzını, burnunu kanatıp “Buna derler bir tasa!” diyerek çocuğu alıp kaçmış. Yine ev halkı toplanmış, kız başından geçenleri anlatmış. Kayınbabası: —Eşkıya kız çocukları yemiştir, ne olacak, demiş. Kocası: —Allah kerim, hele üç olsun, demiş. Neyse, günler böyle geçerken Mevla bunlara bir çocuk daha vermiş. Çocuk, ele avuca gelecek çağa gelince tasa kuşu yine gelmiş. Kadının ağzını, yüzün kanatıp “Buna derler bir tasa!” diyerek çocuğu alıp gitmiş. Anne oturup ağlamaya başlamış. Kaynanası, kayınbabası olayı görünce artık dayanamayıp oğullarına: —Yeter artık, bu kadın sana evlat vermeyecek, doğurduğunu yiyor; götür bir dağ başına bırak, demişler. Oğlan kabul etmiş, karısını bir kuyunun başına götürüp öldürmeye niyetlenmiş. Ona: —Seninle o kadar yedik, içtik. Bu çocukları nasıl yedin, anlat bana, demiş. Kız, hiçbir şey dememiş. Oğlanın eli varmamış, kızı öldürememiş. Onu serbest bırakmış. Bir tane köpek öldürüp kanını onu elbiselerine sürmüş, ailesini böylece ikna etmiş. Kız da kuyunun başında can korkusu ile beklerken tasa kuşu çıkagelmiş. Kızı saçından sürükleyip yedi katlı bir binanın önüne götürmüş ve: —Sabrettiğin için bu yedi katlı binayı kazandın. Çocukların da içeride oynuyor. Bundan sonra senin emrindeyim, ne istersen onu yapacağım, demiş. Kız da kuştan kendisine inanmayan ağayı, çobanı, terziyi velhasıl hepsini getirmesini istemiş. Kuş gidip kahveciyi, ağayı, çobanı, kocasını, kayınbabasını velhasıl hepsini getirmiş. Kadının çocuklarına da: —Armutta bir kahve pişirip dedenize ikram edin. Dedeniz armutta kahve pişer mi, derse de ana çocuğunu yer mi, deyin demiş. Derken çocuklar misafirlere ikrama başlamışlar. Dedelerine armutta kahve getirince de dedeleri: —Yavrum, armutta kahve pişer mi, demiş. Çocuklar da: —Ana, hiç evladını yer mi, demişler. Fakat dedeleri bundan bir şey anlamamış. Derken tasa kuşu birden insana dönüşmüş. Ağaya: —Bu kadının senin pencerenin camını kırdığına, tepenin üzerinde yürümeye, yemin eder misin, demiş. O da: —Ederim, demiş. Sonra çobana: —Bu kadının koyunlarını dağıttığına, yanın üzerine sürünmeye, yemin eder misin, demiş. O da: —Ederim, demiş. Sonra kahveciye: —Bu kadının fincanlarını kırdığına, yüz üstü sürünmeye, yemin eder misin, demiş. Kahveci de: —Ederim, demiş. Sonra kayınbabaya: —Bu kadının senin torunlarını yediğine, değirmen taşı gibi döne döne sürüneceğine, yemin eder misin, demiş. Kayınbaba da: —Ederim, demiş. Tasa kuşu etrafındakilere: —Bu kadının bütün emirlerini yerine getireceğim, şahit olun, demiş. Ondan sonra sabredip karısını öldürmediği için kadını kocasına vermiş. Sonra bir kuş olup uçuvermiş. Ondan sonra kayınbaba değirmen taşı gibi döne döne sürünmeye, çoban yanı üstü sürünmeye, ağa da tepesi üstü sürünmeye başlamış. Derken hepsi cezasını bulmuş.
Sabır Taşı
Ege Bölgesi
Muğla
Bi ananın bi bubanın bir tek çok gıymatlı* gızı varmış. Her gün gız nehire gidiyomuş. Böle bir nehir geçiyomuş nehirden su doldurmaya gidiyomuş. Her gün. Biri de gidiyomuş ki aah ah talihsiz ordan nehirden bi guru kelle geçiyomuş. Diyomuş ki buna: − Aah ah gadersiz talihsiz gız diyomuş. Hindi* anasına bubasına söylemezmiş gız. Gelirmiş her gün öle dermiş her gün öle dermiş. Demiş ki: − Gızım demiş günden güne sararıp solarmış gız. Gızım demiş: − Bak sen bi tek gızsın sen niden sararıp soluyorsun. U zaman demiş ki: −Anacım demiş her gün demiş bi guru kelle geçiyo şeyden çaydan bene öyle diyo demiş. −Allah Allah demiş. Bunlar hazırlanmışlar şey yapmışlar. − Biz kakalım buradan gidelim demişler. Kakmışlar gide gide gide gide gide gide gide bir yağmur bir tolu* bir rüzgar bunlar bir kapıya raslamışlar. Bir saray kapısına. Şindi* anası aşmış dayamış açamamış. Bubası dayanmış açamamış. Gız bi dayanmış şark kapı açılmış gız girmiş gapı kitlenmiş. İmkânı yok ağlaşmışlar çığrışmışlar memleketlerine dönmüşler. Ana buba dışarıda galmış memleketlerine dönmüşler. Biz kendi ellerimizle getirdik çocumuzu. − Gir bakalım demişler senin dediğin gibi mi? Girmiş ki sarayın içinde hiç istemediği her şey var. Bir cenaze var sarayın içerisinde bir de kitaplar yanında. Cenaze yatıyo. U kitabı okucakmış kırk bir gün ilaç yapcakmış kırk bir günden sonra cenaze uyanıp ona varacakmış gız. −Allaaah demiş ağlamış sızlamış gız bi baksın ki cenaze. −Tamam annecim siz gidin ben burda iyiyim demiş. İyi neyse kitabı okumuş okumuş ilaç yapmış okumuş okumuş ilaç yapmış. Bir gün sepetçiler geliyomuş. Orda guyu varmış guyudan su dolduruyolarmış. Gız da dünya güzeli gibimiş. Şindi gız şöle camdan bakarkana cingen gızının biri guyuda kendi resmi sandetmiş gızın resmini görmüş. −Şimdi eyvaah demiş bu gadar güzelliğimle demiş cingen bubama cingen anama hizmet mi edcem demiş destiyi çarpıvermiş oraya. Gızın da bu hoşuna gitmiş gahgahalarlan gülmüş. −Senin demiş resmin değil ki demiş benim resmim. −Aaa bağırıyo gadın abılam al beni yukarı. −Ya kendim demiş anam bubamı alamadım seni nasıl alacam demiş. −Bi dene ip salla da demiş beni al. Neyse onu alıyo. Arkadaşca oturuyolar ediyolar. Kitapta da diyo ki kim diyor uyancağı gün kim varsa başında onlan evlenecek diyo. Şimdi tesadüf gız gergef işliyomuş gızın da iğnesi mi makası mı orda galmış. Cenazenin başında galmış. Demiş ki cingen gızına: −Hadi git benim demiş gergef işlediğim şeylerim demiş makasım iğnem orda al da gel demiş. U anda da cenaze uyanmış. Cenaze uyandıkdan sonra bu cingen gızını alıyo şindi. Gız galıyo. Şindi ötekine bakıyo çok çikin. −Bu benim hizmetcim demiş cingen gızı. Unlar bilirler ya (…) her şeyi bilirler. Bu benim hizmetcim demiş gız hindi gızı hizmetci olarak göstermiş. Gız da hiç seslenmiye. Eveli edep terbiye vardır ya gız hiç seslenmiyo. Şimdi diyo ki: −Ben diyor çarşıya gidcem sene ni lazım. Bene bi peştimal cingene ni lazımsa bene bi peştimal şu bu. Şindi bi de hizmetciye sor: −Yav diyo u ni istiyo. Hindi hizmetci diyor ki: −Bi diyor çakı bi dudu guşu bi sabır daşı diyor. −Hiç de duymadım böle şey diyo emme gidelim bakam. Neyse u dükkana soruyo bu dükkana soruyo en son dükkan diyor ki: −Bu diyor dudu guşu sabır daşı çakı çok diyor kasavetli ve sıkıntılı olanlara lazım diyor. Kime lazım? Sen bunu al amma bunu aldığın zaman bu gonuşcak bunlara. Gonuşurkan diyor sen arkasında saklan bunu diyor duy diyor. −Tamam diyor. Undan sona unları alıyo unu hizmetciye veriyo öbürünü tabi hanımı ya gara cingen gızı unu una veriyo. Şindi gız gece oturuyo. Bora sabır daşını bora dudu guşunu elinde de çakı. Eeeh diyor hepsini anladıyor. Ben diyor bi ananın bi bubanın bi gızıdım diyor. İşte çaydan geçerken bi guru kelle bene diyor her gün diyo gonuşuyodum. Ben inanmıyordum sarardım soldum şöle oldum böle oldum. Anamgilnen ben burya geldim saraya girdim. Kırk bir gün dinle dudu guşu gabar sabır daşı diyo tabi sabır daşı böle gabarıyo. Hep u adam da hani cenaze onu dinliyo. İşte bir cingen geldi beni al dedi. Ben saraya aldım. Sarayda bene hizmet ediyodu. U gün cenazenin başında bulundu. U cenaze uyandı unu aldı. Beni hizmetci olarak gösterdi. Dinle dudu guşu gabar sabır daşı diyo ama dakika başına öyle diyor ama sabır daşı böle gabarıyo. Şey diyor: −Sen mi çatlacaksın diyor ben mi çatlayam diyor hindi sabır daşına. Adam ordan diyo ki: −Sabır daşı sen çatla diyor. Sabır daşı çatlıyor. Gız galıyo. Gızlan evleniyolar. Cingen garsına diyo ki cingen gızına: −Kırk katır mı kırk satır mı diye. Höööy kırk katırlara bindiyo unlar unu öldürüyo. Dört bi tarafa çekiyo. Öbürü de u hani u ilaç yaptı da kırk bir gün una baktı bekledi ya cenazeyi. Unlan evleniyo. Düğün yaptılar muratlarına erdiler.  *gıymatlı: Kıymetli *hindi: Şimdi  *tolu: Dolu *şindi: Şimdi
Bayram Padişahı
Ege Bölgesi
Muğla
Şindi* eveli zamanında bir padişah varmış bak. Padişahın bir veziri varmış. Vezir bu gece rüyasında unlar ava gidiyolarmış her zaman bu zaman gitce zaman rüyasında üç derviş gelmiş. U dervişin biri bir guyuya sallamış. —Yandım tüttüm çıkar, demiş. Öbürü sallamış öteki derviş gari ötekine de gine: — Yandım tüttüm öldüm, demiş. U da çıkarmış. Öbürü sallamış: — Bırak, demiş. Öbürü bırakmış bir düşmüş ki her tarafı yılan. Yılan orda şahmaran duruyomuş. Şahmaran demiş ki: — İkiye ayrılın. İkiye ayrılmışlar yılan. Bir tane pis yılan garşısına gelmiş rüyasında sabaha gada hanımı ne oldun diyormuş. —Hiç bişi yok, diyormuş. Ondan sona gitmiş bu. Gitmişler padişaha. Neyse padişah: — Çok yoruldum, demiş vezirine. Sen otur ben dizine yatam da biraz dinlenem. —Tamam, demiş. Bunun da talihi gidiyormuş. İnsan şeklinde insanın talihi var gidiyormuş. Yanında da tüfek varmış ee şindi ava gittiler a bunlar padişahın tüfeğini almış gitme diyormuş ben talihinim senin gidiyom diyormuş. Gitme diye tüfeği bi şey yapmış. Padişah hem elinde dabanca* hem de tüfek gayışı padişahın önüne geçmiş. Elinde de dabanca öteden de yılan geliyormuş. Yılanı vuram diye elinde dabanca. Ee bunun gaçacak yeri galmamış zaten talihi gitmiş. Şindi vezirin talihi gitmiş gari tabi nereye düşcek kim bilir. Şindi elinde dabanca gayışı da önüne geçti padişahın tabi padişah dedi ki: — Sen beni vuracaktın, demiş. — Yok, demiş yılan var bak. — Tamam, yılanı gördüm amma hadi şeye öle benim tüfeğin gayışı benim önüme geçti o ne olacak? demiş. — Seni azad ettim demiş. Öldürmecem azad ettim çok iyi bir vezirimdin ben seni azad ettim. Filan dağa bi baraka yapmış atmış veziri. Şindi rüyasında gördüğü üç dene derviş bi baksın ki çıkıp gelirler. Hemen hanımı ekmek falan hazırlamış yimişle. Gördüğüm gibi tamam demiş ben gidiyom gari. Neyse dervişler demiş ki: — Filan dağa gezmeye gidecez. Alıyolar bunu yimişler içmişler alıyolar veziri götürüyolar. Baksın ki bir guyu içinde cehennem suyu dediği gibi herifin. Atıyo biri yandım gine aynı rüyası yandım tüttüm öteki gine yandım tüttüm ötekini çıkarıyo. —Yine yandım tüttüm, diyor. Bırakın diyor öteki devriş bırakıyolar laaap guyuya düşüyo. Bi baksın yılan böle gaynıyo guyunun dibinde. İki tarafa şindi şahmaran varmış garşıda. Şahmaran diyo ki: — İkiye ayrılın. Gine ikiye ayrılıyor yılanlar. Bi tanesi şöle ortaya geliyo. Uyuma diyor vezir bu yılan seni sokcak diyor şindi şahmaran: — Sene bir masal anlatcam diyor şindi diyo vezire. Şindi ben diyor giderken dağda gezerken diyor şahmaran bir diyor elmas yüssüğüm* vardı çok değerli. U yüssüğü ben düşürdüm diyor. Başka bir bayram padişahı olarak u yüssüğü buldu diyor. U yüssükten diyor üç dene gemi yaptı deryaya saldı. Deryada diyor ne kadar yılan varsa u diyor öldürdü diyor gemiler öldürdü. Bir tane üç tane diyor ejderha u gemiyi parçaladı u gemiyi parçaladı. Undan sonra diyor bayram padişahı diyor u gemiyle çıktı diyor. Bir vezirin kapısına gitti. U veziri kapısında otururkene üç dene çocuk unun divanına durdurdu. U vezir öteki vezir öteki padişahın divanına durdurdu. U divana dururken dedi ki: —Ben dedi bayram padişahı bir seyyar vezirim sen çocukları benim garşımda durdurma, dedi. U gine dinlemedi durdurdu. Bir tellal bağırıyo ki: — Allaaah benim diyor arkamdan diyor bu kırk dene gatırı diyor denizin kenarına gadar getirirsen sene diyor kırk dene altın. Bağırıyor çığırıyor undan sonra şey diyo: — Ben gidem, diyor. Çocuklara da diyor ki: — Ben gidiyom. —Gitme, diyor çocuklar gidiyor. Kalkıp gidiyor. Ben diyor: — Sürerim ,diyor kırk dene gatırı. Kırk dene gatırı sürüyor. Gemiye bindiriyor. Gemiye bindirince geminin palamıtlarını goyveriyor götürüyor hindi bayram padişahı. Götürüyor şiye gadan gidecek ta ordada bir adaya çıkıyor. Adada altın, yakut, inci böle dökülüyormuş. Şey diyor: — Sen bu gemiyi doldur. Altınları dolduruyo her şeyi üç dene cevahir diyor u cevahirleri al da gel diyor. Orda bırakacaktır. Orda gideni orda bırakıyor gideni orda bırakıyor. Hani kimse o altından anlamasın benim yanıma gelmesin diye. Hani söylemesin diyerekten. Dolduruyor ağzına gadan altını bayram padişahı güçlü guvvetli. Dolduruyor üç dene daha ordan elmas al gel diyor. U gittiği zaman gemiyi çalıştırıyor bayram padişahı orda galıyor. — Eyvaaah, diyo bayram padişahı. Şimdi bir adada galdı gez Allah gez Allah üç gün geziyor. Üç günden sonra gez Allah gez Allah gez Allah bir kapı buluyo. Bi kapının önünde bir yaşlı adam sakallı oturuyor. Bi sakallı adam oturuyor. — Selam aleyküm dede diyor. — Aleyküm selam. Bir baksın ki u adada kimisi ölüp gider kimisi hırıldamış u ada ulduğu gibi insan ölüsü. Hep gittiğini yafidi* yafidiymiş urayı unu dolduran şeyi gayįnı dolduran gemiyi yafidiymiş. Her yafidi her gittik sıra bir dene insan bırakıyo orda ölüyo. Ölüyo unlar ölüyor orda çekine çekine aç susuz emma u dolaşıyo ihtiyarı buluyor. İhtiyara diyo ki: — Ben buraya geldim kimsesizim ben nereye gidem. — Sen benim evladım ol, diyor şindi ihtiyar. — Sen burda ne yapıyon? —Ben, diyor buranın bekçisiyim oğlum,, diyor. Şindi bir kapı var diyor anca kirazlar açıpduru daha, diyor. Bir kapı var, diyor anca olmuşlar. Kırk dane kapı var. Kırk dane kapı var. Bir tanesi var sakın oraya gitme. Her gün ihtiyarın başına bakarmış. Başında anahtar varmış. Anahtarı alır gapıyı açıvemiş. Unu aça unu aça unu aça son kapı galmış. Kırk birinci gapı. Ama diyor: —Oraya gitme oğlum sakın bir kapı var oraya gitme. Onu da bayram padişahında ararduru. — Tamam, diyor ben gitmem. Neyse u anahtarı da alıyor ki dediği gibi gar her taraf gar tutuşupduru ağaçlar garın üzerinde galmış içinde galmış. Yalnız bir havuz var havuzun başında bir ağaç var. Şindi üç tane ağaca güvercin gelmiş. Üç tane. Güvercinin güvercin şeye söylüyomuş cinli üçü de cinli peri. Periler kendi kendilerine gonuşuyolar u da biliyormuş unların dillerinden. Şimdi pırrrr biri uçmuş güvercinin banyo etmiş çıkmış havuzda. Şimdi soyunmuş banyo etmiş çıkmış peri gızı. U garı açmış açmış altına girmiş. Garın altına girmiş unlara öle bakıyomuş. Biri daha pırrr inmiş. Gavını* çıkarmış gavları varmış. İnsan oluyor dünya güzeli gibi. Batıyo çıkıyo. Batıyo çıkıyo. Şindi elinde böyük bir asası var. En güççük gız yine gavını çıkarıyo dünya güzeli u da giriyo. Yavaşca gavını çekiyo şindi. Bayram padişahı çekiyo u güççük* gızın u güççük perinin gavını alıyor. Şindi şöle bi dolaştı ki gız gavı yok. Ee hemen anladı o çık dedi. Yardımcılara diyor emir edersem parça parça ederler. Orda kıkır kıkır gülüyor hiç vermiyor. Undan sonracım yavaşca garın altından şöle kendisini gösterdi de bayram padişahı da dünya güzeli gibiymiş. Gız bi galkıp baktı ki perilerde bile yok öyle güzel. Bunlar nese şindi goca adam akşam oldu bayram padişahı gelmedi. U saat anladı. Bi baktı bunlar sarmaş dolaş bayılmışlar düşmüşler havuzun dibine. Goca adam anladı. Goca adam u kapıyı açtı u kapıyı açtı en son kapıya gelmiş. —Ben sana girme demedim mi diyor. Unlara bi nikâh gıyıyo goca adam bi nikâh gıyıyo. Sonra bunlar bi kaç zaman oturuyolar. Bayram padişahı bir gün diyo ki: — Ah ah! Benim de tahtım vardı payım vardı anam vardı bubam vardı, diyo. — E ne olcek? Şindi şeylere yardımcılara bi emrediyo gız. Gız tabi bunlar evleniyolar orda goca adam bunları evlendiriyo. Alıyo şindi bunu guşlar. Goca adam oranın bekçisi ya goca adam gari u bahçelerin bekçisi. Kaç tane bahçe varsa hepsi anahtarı goca adamda. Oranın bekçisi. Periler de oraya geliyo. Unlar da perilerin şeyleri yerleri. Undan sonacım aldısa bunu götürüyo. Şindi tahtının payı var tahtı var payı var. Padişah çünkü. Undan sona anası bubası tabi gabul ediyolar. Gabul ettikden sonra diyor ki amcaoğlunun düğünü var bugün. Şimdi amcasının oğlunun düğünü oluyo. Bunlar da beraber gidiyolar. Yok peri gızı anlıyor zaten peri biliyor. Şindi diyor: — Beni bırakıp başkasıyla oynama. Amcasına oğluna veriyor hani beraber oynuyolar periyi. Periyi amcasının oğlu oynarken tabi peri kızı çok güzel amcasının oğlu elini tuttu sıktı. Peri kızının elini sıktı. Sıkınca peri gızı sinirlenmiş. Eve gelmiş demiş ki anasına bubasına: — Ben gidiyom. Ben gidcem, demiş. Sen bayram padişahı gelince söyle söyle ben gidiyom. Neyse gitti periler kabul eder mi sünni müslümanı gabul etmez. Kırk gün demiş sene bubası izin. Gidiyo iki dane çocuğu oluyo peri gızının. Peri gızı çocuklarını alıp bubasının ora gidiyo. Kendi bubasının evine gidiyo. Perilerin oraya. — Sen bi âdemle evlendin kırk gün sene izin kırk günden sonra öldürecem seni, dedi bubası. Şimdi nasıl hani Arabistan’da hani şey yapıyorlar öldürüyolar hani istemedikleri için. Öldürcem dedi. Neyse bayram padişahı ne yapsın ki şimdi. Geliyo bi bakıyo ki ha iş mesele böyle. Çıkıyo gine. Gidiyo aynı memlekete. Hani katırları sürdü ya kırk tane katırı. Gine u eve geliyo. U evde de çocukların ikisini de hapıse gatmış. — Yahu sen ne yapıyon? Ben sana söylemedim mi size vezirim ben size padişahım bana güvence olmaz demedim mi. Çocukları çıkar. Çocukları çıkardı padişah. Şindi bi baktı gine heeeey benim arkamdan bu kırk dane gatırı kim sürerse orda gemiye gatıyo orda altın çekiyo gatırlar. Kim sürerse kırk tane altın var. — Hıh şimdi yaktım yuvanı, diyo şimdi şey bayram padişahı. Ben sürerim, diyo. Neyse giriyo gemiye gine. Gatırlar da girdi. Gidiyor yine aynı adaya giriyor. Şindi yüklediyor gemiyi. Yüklüyor ağzına gadan dolduruyor altın. Dedi elmaslara gidiyor. Elmasları şindi diyor elmaslar hemen çabuca. Cebindeymiş. Hemen elmasları tutuyor. Şindi diyor: — Gel sen şurya gel sen. Hemen gemiye atlıyor. Tutuyor bayram padişahı o gadar guvvetli döndürüyor döndürüyor döndürüyor döndürüyor Yafidiyi goca okyanusa atıyor. Geminin de palamıtlarını goyveriyo bunu diyor: — Cenab-ı Allah kime nasib ettiyse ora gitsin. Sen bütün milleti öldürdün bende seni öldürecem. Dizgine gidiyo goca adamın yanına. Goca adamın yanına dizgine gidiyor. Hani koşaraktan gidiyor. Giderken üç dene dev biribirine böle harb edipdurulamış. Üç dene dev. Bu mal benim bu mal senin bu mal senin bu mal benim pay edemiyolarmış merası. — Yav nedir bunu gıymeti? demiş. — Yav, demiş bu gavuğu giyersen hiç görünmezsin, demiş biri. — Ee söle bakalım bu seccadeye sarılarsan, demiş bu seccade beni filan yere götürsün söyle, demiş hemen götürür. Eee bu ayakkabıyı giyersen denizden de geçersin. — Tamam demiş. Bak üç dane daş atacam, demiş ormana. Eğer hanginiz bulursa üçü de senin, demiş. Şimdi bayram padişahı. Hızı geldiği gada çok kuvvetli bir adammış üç dene bir daş atıyo. Onlar giderkene bakmış ayakkabıyı geyiyo. Seccadeyi alıyo. Gavuğu da geyiye. Peri gızının odasına diyor seccade beni buldur. Ooop peri odasına hemen orya. Ondan sonacım şimdi siniyle yemek getiriyolar peri gızına. Geliyo bunu görmüyo peri gızı yanında sofrada. Bu da öyle acıkmış ki peri gızı zaten lokmayı almadan sini bitmiş. Peri gızı diyo ki: — İki günüm galdı. Niye doldurup getirmiyorsun hindi hizmetçiye. Tabi u da padişahın gızı peri de padişahın peri padişahı. — Niye doldurmuyorsun sofrayı? Gine getir. Şindi hizmetçi şindi getirdim abla gine getir. Şindi bi bakıyo gene sofrada bitti. — Yav niye getirmiyosun? Yine getiriyo. Hııı peri gızı anlıyo peri ya. — Çık dışarı, diyo. Sensin gelen diyo bayram padişahına. Padişaha öyle söylüyo. Yavaşca gavuğu kaldırıyo bayram padişah. — Ah ee diyo ne yapacaz? Ben seni götürmeye geldim. Hepimiz bunun içine girer gideriz, demiş. — Yoo diyo babamın emri olmadan hiç bişey olmaz. Sonra diyo ki: — Yavaşca çıkar elinden gavuğu. Hizmetçi bi geliyo diyor ki: — Padişaha bir dünya güzeli gibi bir şahıs var ablamın odasında. Kimdir acaba? Geliyo padişah. Padişah da memnun oluyo. Gızını yine kırk gün kırk gece düğün ediyo. Ondan sonra bunlar bi de gidiyolar orda düğün ediyolar. Daha hâlâ ve hâlâ geçinip durularmış orda işte. Undan sonra da vezire anlatılıyor bak bu hikâye. — Heeey vezir uyuma bu yılan sokucak seni, diyor. Daha şahmaran bunu anlatıyor. Şindi guyunun dibinde ya vezir. U bir masal anlattı şahmaran vezire. Garşısında da bir engerek yılan. — Bu yılan seni sokucak, diyor. İnsanoğlu çiğ süt emmiştir sen bunu söyliceksin ama söylemiceksin ama benim burda olduğumu. Nitekim söylediler. Undan sonra vezir diyor: — Sene müsaade git diyor. Guyu bir çöküyo ki bütün zümrüt yakut bütün oda doluyo. U guyu bütün zümrüt yakutmuş. Vezir: —Ben bunu napcam? diyor. Şindi talihi geldi onun gari. Talihi gittiydi geldi. — Padişaha söyliyem de bunu hazineye götürsün, diyor. U zümrütleri yakutları unuda hazineye götürüyolar. Undan sonra kırk gün kırk gece düğün ediyolar geçinip gidiyolar. Bu da gurtuluyo ötekiler de gurtuluyo. *şindi: Şimdi *dabanca: Tabanca *yüssük: Yüzük *yafidi: Yahudi *gav: Ağaçlarda meydana gelen mantar *güççük: Küçük
Hiç
Ege Bölgesi
Afyonkarahisar
Bir varmış, bir yokmuş... Var varanın, sür sürenin, destursuz bağa girenin, hali budur Keloğlan'ın... Zamanın birinde bir Keloğlan'la annesi yaşarmış. Keloğlan biraz haylaz ve şakacı bir çocukmuş. Annesi bir gün der ki: — A benim kel oğlum, keleş oğlum, yediği beleş oğlum, bana bir kilo hiç getir, der. Keloğlan annesinin dediğini unutmamak için yolda hiç hiç, hiç... diye tekrarlayarak giderken, dere kenarında bir balıkçıya rastlar. Balık tutamadığı için zaten canı sıkılan adam Keloğlan'ın "hiç, hiç...", sözüne kızar. Ensesine bir tokat patlatır. — Amca benim suçum ne, sana ne yaptım? — Balık tutan adama "hiç" denmez. — Ya, ne diyeyim, amca? — Biri çıktı, bir daha çıksın diyeceksin. Keloğlan: — Biri çıktı, bir daha çıksın,  diyerek giderken, cenaze çıkan bir eve varınca, aynı sözü tekrarlarken cenazeyi götürenlerden biri Keloğlan'ın ensesine bir tokat vurur. — Ayıp değil mi, senin yaptığın? Cenaze çıkan yerde böyle mi denir? — Ya ne diyeyim amca? — Allah rahmet eylesin diyeceksin. Keloğlan: — Allah rahmet eylesin, sözünü tekrar ederek giderken, bir köpek ölüsünün yanından geçerken yoldan geçen bir başka adam Keloğlan'a yaklaşarak ensesine bir tokat da o vurur. — Amca nedir benim suçum, her gelen beni tokatlıyor? — Köpek ölüsüne 'Allah rahmet eylesin' denir mi? — Ya ne diyeyim amca? — Oh ne pis kokuyor, diyeceksin. — Peki amca! Keloğlan bu sözü tekrarlayarak, yoluna devam eder. Fırının yanına gelince, orada börek almakta olan kadınlar Keloğlan'ı duyunca almaktan vazgeçerler. Fırıncı dışarı çıkarak Keloğlan'ın ensesine bir tokat da o indirir. — Ya ne diyeyim, amca? — Oh ne güzel, oh ne güzel diyeceksin. — Peki amca! Keloğlan bu sözü tekrarlayarak giderken, kavga eden iki adama rastlar. Bunlar da Keloğlan'a: — Devam edin, devam edin diyeceksin, derler. Biraz ileride bir ayakkabıcı dükkanının önünden aynı sözleri tekrarlayarak geçerken, içerde deri sündürmekte olan ayakkabıcı deriyi sündüre sündüre koparır. Öfkeyle Keloğlan'ın ensesine bir tokat da o yapıştırır. — Ya ne diyecektim amca? — Çek de uzasın diyeceksin. — Peki amca! Başka bir dükkanın önünde çırağının kulağını çekmekte olan bir ustanın yanında aynı sözleri tekrarlayınca, usta çırağın kulağını koparır. Keloğlan bir tokat da ustadan yer. — Ya ne demeliydim, usta? — Hiiiç! Keloğlan bu sözü duyunca annesinin kendisine hiç ısmarladığını hatırlar. — Peki usta ver bir kilo hiç, der.    
Keloğlan ile Cambazlar
Ege Bölgesi
Afyonkarahisar
KELOĞLAN İLE CAMBAZLAR   Bir varmış, bir yokmuş... Tanrının günü darıdan çokmuş... Keloğlan, bir gün eşeğini kasaba pazarına satmaya götürüyormuş. Yolda giderken bulduğu bir altını eşeğe yutturur. Pazara varınca herkes eşeğine üç istiyorsa o, on beş istiyormuş. Etrafını saran müşteriler sorarlar: — Herkesin eşeği üç ederken, seninki nasıl oluyor da on beş ediyor? Keloğlan'ın cevabı herkesi şaşırtır: — Benim eşeğim başka eşektir. Her gün bir altın veriyor. — Nasıl olur, hiç eşek altın verir mi? — Bekleyin de görün. Biraz sonra eşek pisleyince, pisliğin içinden bir altın çıkınca, herkes hayretler içinde kalır. O yörede herkesi dolandıran Üç Cambaz Kardeşler varmış. Olanları onlar da bir kenardan seyrederlermiş. Keloğlan'ın amacı da zaten onlara bir Alicengiz oyunu oynamakmış. Eşeğe altın yutturması falan hep bunlara oyun oynamak içinmiş. Üç Cambaz Kardeşler Keloğlan'a gelerek: — Keloğlan senin eşek yüz altın eder. Al altınları ver eşeği, derler. Keloğlan, biraz nazlanarak eşeği yüz altına satar. Alan memnun, satan memnun. Helelleşip ayrılırlar. Yolcu yoluna, evli evine gider. Keloğlan ayrılırken: — Bu eşek cinstir. Günde bir kazan arpayla, bir kazan su verin. Bunları yedirdikten sonra gidip altını alın, diye tembihte bulunur. Üç Cambaz Kardeşler eve varınca, eşeği ahıra bağlayıp önüne bir kazan arpa ile bir kazan su koyarlar. Eşek yer arpayı, içer suyu... Sabaha varmadan nalları diker. Sabahleyin altını almak için ahıra gelen Üç Cambaz Kardeşler, eşeğin ölüsü ile karşılaşınca, aldatıldıklarını anlarlar. Üç Cambaz Kardeşler'i aldatmak kimin haddine. Düşerler Keloğlan'ın peşine. Keloğlan'ı tarlada çift sürerken yakalarlar: — Sen bizi aldattın, diye yakasına yapışırlar. Keloğlan başına gelecekleri bildiği için hazırlıklıymış. Sabahleyin evden çıkarken karısına "Akşama misafirlerim var. İyi bir sofra hazırla" diye sıkı sıkı tembih etmiş. Birbirine çok benzeyen iki tavşandan birini yanına almış. Üç Cambaz Kardeşler, yakasına yapışınca: — Durun, ağalar! Bir yanlışlık olmuştur. Akşama yer içer konuşuruz. Ondan sonra ne yapacaksınız yapın. İsterseniz derimi yüzün, der. Sonra tavşanın kulağına eğilip: — Haydi oğlum, git ablana söyle akşama misafirlerim var. Güzel bir sofra hazırlasın, diye tavşanı bırakır. Akşam eve gelince tavşanı evin ortasında gezinirken gören Üç Cambaz Kardeşler çok şaşırırlar. Tavşanı satın almaya karar verirler. — Keloğlan, biz eşekten bir şey öğrenemedik. Tavşanı bize sat, seninle ödeşelim. Keloğlan biraz nazlandıktan sonra tavşanı yüz altına satar. Adamlar: — Haydi bizim eve git. Ablan akşama yemek yapsın, biz arkadan geliriz, diyerek tavşanı bırakırlar. Tavşan ne evi biliyor, ne de yolu. Nasıl gitsin? Üç Cambaz Kardeşler, akşam eve varınca, ne yemeği hazır bulurlar ne de tavşanı. Yine aldatıldıklarını anlayarak, geri dönüp Keloğlan'ın boğazına sarılırlar: — Ya paramız ya canın! Keloğlan: — Başıma ne geldi ise hep anamın yüzünden geldi. Tavşana yanlış yem vermiş. O da yolunu şaşırmış, diyerek yalandan annesini dövmeye başlar. Annesi de yalandan ölmüş gibi yatar. O zaman Keloğlan adamlara çıkışır: — Gördünüz mü? sizin yüzünüzden annem öldü. Sizi konağa bildireyim de görün, diye korkutur. Adamlar tam kaçarlarken cebinden çıkardığı bir düdüğü öttürünce, annesi dirilmeye başlar. Adamlar hayretler içinde kalırlar. — Keloğlan, bu işi nasıl yaptın. Hiç ölen dirilir mi? — Bu düdük başka düdüktür. Cana can, mala mal katar. Adamlar yine her şeyden vazgeçip düdüğü satın alırlar. Eve varınca hemen karılarını öldürerek tekrar diriltmek için düdüğü öttürürler. Fakat bütün çabaları boşa gider. "Giden gelse dedem gelirdi." Karılarından da olan Üç Cambaz Kardeşler kılıç kalkan kuşanıp kara, yağmura aldırmadan yürürler. Keloğlan'ın kapısına dayanırlar: — Buyurun Ağalar! Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz. Bu ne hâl? — Bu defa hoş da gelmedik. Boş da gelmedik. Seni Azrail bile elimizden alamaz. — Ağalar, sakin olun hele ocak başına geçin. Çok da ıslanmışsınız. Elbiselerinizi kurutun. Ondan sonra konuşuruz. Adamlar elbiselerini çıkarıp ocak başına geçerler. Keloğlan da son hamlesini yapar. — Ağalar siz kurunurken, ben size süt ısıtıp getireyim. Yalnız ocağın yanındaki küpleri açmayın. Bütün altınlarım oradadır. Ben hemen gelirim, diyerek oradan ayrılır. Üç Cambaz Kardeşler bütün paralarına kavuşacaklarına çok sevinerek hemen küplerin kapaklarını açarlar. Bu defa aldatıldıklarını bile düşünecek zaman bulamazlar. Küplerdeki arılar çıplak vücutlarına yapışırlar. Neye uğradıklarını anlayamadan kendilerini sokakta bulurlar. Arkalarına bile bakmadan oradan uzaklaşırlar. Bu olaydan sonra Keloğlan'la baş edemeyeceklerini anlayarak, her şeyden vazgeçerler. Helâl yoldan kazanmaya karar verirler.  
Padişah ve Oğulları
Akdeniz Bölgesi
Hatay
Bir zamanlar evli bir padişah varmış. Üç gün üst üste aynı rüyayı görmüş. Rüyasında bir adam kendisine - Başına bir musibet gelecek. Gençliğinde mi yoksa yaşlılığında mı gelsin istersin? diye sormuş. Padişah eşine rüyasını anlatmış. Eşi ise padişaha: - Başımıza ne gelecekse gençliğimizde gelsin yaşlılığımızda üstesinden gelemeyiz demiş. Padişah ertesi gün yine aynı rüyayı görmüş ve - Gençliğimizde gelsin demiş. O günden sonra padişah her şeyini kaybetmiş. Artık başka bir padişahın yanına köle olarak çalışmak için eşi ve çocukları ile beraber yola çıkmışlar. Yolda önlerine bir dere çıkmış. Dereyi geçerken oğulları derede akıntıya kapılmışlar. Oğlunun birini çoban diğerini değirmenci bir adam kurtarmış ama padişahın ve eşinin bundan haberi olmamış. Padişah ve eşi artık köle olarak çalışıyorlarmış. Kadın bir gün kapının önünü süpürürken iki kapı bekçisinin konuşmasını duymuş. Bekçinin biri diğerine - Sen nerelisin, annen baban kim? diye sormuş. Bekçi de: - Annem, babam ve kardeşimle dereyi geçerken ben de akıntıya kapılmışım. Annemi babamı hatırlamıyorum. Beni bir çoban kurtarmış demiş. Diğer bekçi de: - Ben de annemi babamı hatırlamıyorum, dereyi geçerken ben de akıntıya kapılmışım. Beni de bir değirmenci kurtarmış demiş. Kadın elindeki süpürgeyi atmış ve ağlayarak - Siz benim oğullarımsınız diyerek bekçilere sarılmış. Kocası da dağa odun toplamaya gitmiş. Kadın, kocası gelir gelmez ona olanları anlatmış. Adam da oğullarına sarılmış ve ağlamaya başlamış. Adam ve kadın oğullarına hayatlarını anlatmaya başlamışlar. O günden sonra anne, baba ve oğulları hiç ayrılmadan mutlu mesut yaşamışlar.
Hanenis İle Göbelis
Akdeniz Bölgesi
Hatay
Eskiden bir keçi varmış. Bu keçinin iki tane de oğlağı varmış. Oğlakların adını ne koyayım diye düşünüp dururken aklına Hanenis ve Göbelis koymak gelmiş. Bu keçinin küçük bir de evi varmış. Oğlaklarını eve bırakıp otlanmaya gidermiş ve akşama kadar da gelmezmiş. Akşam eve döndüğünde oğlaklarına kapıyı açmaları için şöyle seslenirmiş. - Hanenisimle Göbelisim kapıyı açın da mamanızı vereyim. Boynuzumda ot getirdim mememde süt getirdim dermiş. Annelerinin sesini duyan oğlaklar kapıyı hemen açmışlar. Günler böyle sürüp giderken, kurdun biri keçiyi takip etmiş. Yine keçi otlanmak için evden ayrıldığında kurt keçinin evine gelmiş. Aynı keçi gibi - Hanenisimle Göbelisim kapıyı açın da mamanızı vereyim. Boynuzumda ot getirdim mememde süt getirdim demiş. Oğlaklar kapıyı hemen açmamışlar. - Sen bizim annemiz değilsin! Sen aksın. Bizim annemiz karaydı demişler. Kurt oğlakları kandıramadığını anlayınca gitmiş ve akşam olduğunda anneleri gelmiş. Kurt doğruca bir gölet aramaya başlamış. Su göletini bulan kurt, gölette kendini iyice ıslatmış ve oradan da bir kömür ocağına gitmiş. Kendini kömür karasına boyayan kurt keçiyi izlemeye devam etmiş. Keçi evden ayrılır ayrılmaz evin kapısını çalmış ve - Hanenisimle Göbelisim kapıyı açın da mamanızı vereyim. Boynuzumda ot getirdim mememde süt getirdim demiş. Sesi duyan oğlaklar kapının deliğinden simsiyah görünen kurdu anneleri zannetmişer ve hemen kapıyı açmışlar. Kapının açıldığını gören kurt oğlaklardan birini tutmuş ve yutuvermiş. Diğer oğlak içeriye kaçıp saklanmış. Kurt evden ayrıldığında keçi eve gelmiş. Annesine kapıyı açan oğlak, annesinin “Göbelisim hani?” sorusunu duyunca, olup biten herşeyi anlatmış. Keçi ağlamaya başlamış ve Göbelisi bulmak için evden çıkmış bir çobana rastlayan keçi - Göbelisimi gördün mü? diye sormuş. Çoban: - Yook demiş. Biraz daha aramaya başlayan keçi bir kurda rastlamış. Keçi : - Göbelisimi gördün mü? diye kurda da sormuş. “Yok” cevabını alan keçi biraz ilerde tarlasıyla uğraşan çiftçiyi görmüş ve ona doğru ilerlemiş. Çiftçiye de aynı soruyu sormuş ve şöyle karşılık almış. - Bir kurt orda yatıyor. Git ona sor demiş. Bu cevabın üzerine keçi, kurdun yanına gitmiş ve ona da aynı soruyu sormuş. “Yok” cevabını alan keçi ona inanmamış. Boynuzlarını kurdun karnına sokan keçi Göbelisini bulmuş ve onu kurdun karnından çıkarmış. Göbelisi de yanına alarak evine dönen keçi ve oğlakları mutlu mesut yaşamaya başlamışlar.
Altınlı Kız
Akdeniz Bölgesi
Hatay
Eskiden altınlı bir kız varmış… Genç bir adam at almak istiyormuş. Bunun için köy köy gezip duruyormuş. Gezdiği köylerden birinde Altınlı Kız’ı görmüş ve çok beğenmiş. At falan aklından çıkmış ve doğrudan evine dönmüş. Babasına: — Baba filan yerde bir kız var, altın saçılıyor. Git te onu bana iste, demiş. Babası: — Oğlum onu sana vermezler, demiş. Ama oğlan ısrar etmiş. — Olsun bi kerecik iste, demiş babasına. Adam kızı istemeye gitmiş. Kızın babası kızı vermiş ama bir haral (büyük torba) altın istemiş başlık parası olarak. Bunun üstüne kız kendinden dökülen paraları toplayıp biriktirmeye başlamış. Kızın biriktirdiği altınların üstünü de oğlan tamamlamış ve kızın babasına vermiş. Kızı gelin getirecekleri vakit ata bindirmişler ve yanında teyzesiyle birlikte yola çıkmışlar. Biraz ilerleyince altınlı kızın gözlerini oymuş teyzesi. Kızın fistanını kendi kızına giydirmiş ve gelin kıza da kızının fistanını giydirmiş. Kendi kızını ata bindirip oğlan evine gitmiş. Oğlan kızı görünce — Bu benim nişanlım değil, ben bunu almam demiş. Alırsın almazsın diye kavga çıkmış ve sonunda oğlan kızı almamış. Aynı zamanlarda oduna giden yaşlı bir kadın ormanda sefil haldeki altınlı kızı bulmuş. Kıza; — Noldu kızım sana? Kim yaptı? diye sormuş. Kız; — Beni bu hale teyzem getirdi demiş ve başına gelenleri anlatmış. Yaşlı kadın — O zaman seni evine götüreyim de iyileş, demiş. Kız; — Bana her gün banyo yaptırırsan benden her gün altın dökülür, demiş. Yaşlı kadın kızı doyurmuş, onu iyileştirmiş. Altınlı kız kendinden dökülen altınları toplayıp yaşlı kadına vermiş. — Bunlarla evine yemek al demiş. Kadın altınları alıp pazara gitmiş ve gördüğü insanlarla bu altınlar karşılığında bir çift göz alacağım diye konuşmuş. Kime sorduysa “Bende yok” cevabını almış. Bir zaman sonra kzın teyzesiyle karşılaşmış ve altınların karşılığında göz almak istediğini söylemiş. Kadın “bende var” demiş. Altınları alıp evine dönmüş yaşlı kadın. Altın karşılığında aldığı gözleri altınlı kıza takmış yaşlı kadın. Gözleri takarken sağı sola solu sağa takmış ve kız şaşı olmuş. Bir zaman sonra köye padişah gelmiş ve tüm köylülerin meydanda toplanması için buyruk vermiş. Altınlı kız: — Sakın benden bahsetme, diye tembihlemiş yaşlı kadını. Yaşlı kadın “tamam” demiş ama meydana gider gitmez: — Filan yerde böyle bir kız var, o da gelsin, demiş.  — Padişah kızın gelmesi için buyruk vermiş. Kız da: — Ayağımın altına yol boyunca halı döşerseniz gelirim, demiş. Padişah halıyı döşettirmiş. Kız halının üzerinden meydana doğru ilerlerken üzerinden altınlar dökülüyormuş. Köylüler dökülen altınları kapışmışlar. Tekrar at aramaya çıkan altınlı kızın nişanlısı kızı görmüş ve kızın yanına gelmiş. Padişaha: — Bu benim nişanlımdı, demiş. Kızı almış ve evine dönmüş. Düğün yapmışlar ve mutlu mesut yaşamaya başlamışlar.
Karga
Akdeniz Bölgesi
Hatay
Eskiden padişahın bir oğlu varmış. Oğlunu at alması için saraydan göndermiş. Oğlan at almak için gittiği yerde bir kız görmüş. At almayı falan unutmuş ve babasının yanına dönmüş. - Baba filan yerde bir kız var onu bana al demiş. Padişah: - Oğlum o kızı sana vermezler demiş. Oğlan: - Olsun yine de bir iste demiş. Padişah gitmiş kızı istemiş. Kızı vermişler ama başına bir “Hedik” koymuşlar ve kızı bir kavak ağacının başına oturtmuşlar. Aynı çağlarda bir adamın yedi kızı varmış. Baba büyük kızına - Git de pınardan bir cere su getir demiş. Kız su getirmek için pınara gitmiş ama oradaki ışığı görünce merak edip başını yukarı kaldırmış. Bir de ne görsün kavağın başında ışık saçan bir kız var. Kızdan öyle çok ışık saçılıyor ki su almak için gelen kız ışıklı kıza demiş ki - Beni de yanına al Işıklı kız: - Olmaz hediğimi kırarsın demiş ve kızı yanına almamış. Işıklı kız oturup dururken kızın küçük kardeşi gelmiş ve o da kızı görünce aynı şeyleri söylemiş. Işıklı kız onu da yanına almamış. Baba meraklanmış ve bir diğer kızına demiş ki - Kızım sen git de su getir. Hem ablalarına da bakbakalım nerdeler demiş. O da gitmiş ve görmüş ışıklı kızı. Demiş ki - Beni yanına al saçlarını temizleyeyim demiş. Işıklı kız: - Olmaz hediğimi kırarsın sonra da padişahın oğlu beni almaz demiş. Kız ısrar etmiş. - Ellemem hediğini demiş. Işıklı kız ikna olmuş ve kavağa - Eğil kavağım eğil demiş. Kız kavağa çıkınca ışıklı kız tekrar - Doğrul kavağım doğrul demiş ve kavak eski haline dönmüş. O kız da dönmeyince baba bir diğer kızını göndermiş. O kız da kavaktaki kızı ve saçtığı ışığı görünce şöyle demiş. - Hüsnüm güzel ben güzelim, ben bu suda ne gezerim. Ve elindeki cereyi yere çalarak oradan uzaklaşmış. Işıklı kızın yanındaki kız ışıklı kızın saçının teline dokununca hedik kırılmış ve kız artık ışık saçmamaya başlamış. Işıklı kızı almak için gelen padişahın oğlu kızın ışık saçmadığını görünce şöyle demiş - Bu benim nişanlım değil, ben bu kızı almam. Ve oradan uzaklaşmış. Buna çok üzülen ışıklı kız - Hediğimi gırnak aldı, konduğum dallar çürüsün demiş ve kargaya dönüşmüş. O günden sonra karganın konduğu bütün dallar ağaçlar çürümüş.
Keloğlan ile Köse
Ege Bölgesi
Afyonkarahisar
[Keloğlan ile Köse]   Bir adamın iki oğlu varmış. Oğullarına: — Ben ölürsem "tüyü sarı, gözü gök" adamın yanında çalışmayın, diye nasihat eder. Günü yetmiş adam ölür. Oğulları anneleri ile birlikte yetim kalırlar. Adam fakir olduğu için çocuklara da bir şey kalmamış. Büyük oğlan: — Kardeşim sen annene bak, ben çalışmaya gidiyorum. Kazandığım para ile geçinir gideriz, diyerek çantasını hazırlar gurbetin yolunu tutar. Keloğlan da annesi ile kalır. Az gitmiş uz gitmiş dere tepe düz gitmiş. Sonunda bir kasabaya varmış. Karşısına tüyü sarı gözü gök bir adam çıkar: — Nereye gidiyorsun? — Çalışmaya gidiyorum. — Benimle çalış. — Olmaz. — Niçin olmaz? — Babamın nasihati var. Gözü gök, tüyü sarı adamla çalışmam. Oğlan kasabanın ortasına varır. Yine aynı adam: — Gel sana iş vereyim. Benimle çalış. — Olmaz, babamın nasihati var. Oğlan kasabanın sonuna varınca, yine aynı adam karşısına çıkar: — Gel benimle çalış. Aç susuz kalan oğlan çaresiz kabul eder. Eve gelip yiyip içtikten sonra adam, bir şartı olduğunu söyler. O da kim kızarsa kafasının derisi yüzülecektir. — Çifte gideceksin benim tazının atladığı yer kadar süreceksin. Oduna gideceksin katırları boş getirmeyeceksin. Bunları yapamazsan derini yüzerim. Ertesi gün oğlan çifte gider. Tazı bir atlar iki dönüm uzağa düşer. Akşama kadar ancak bir dönüm sürebilen oğlan köye döner. — Ne yaptın oğlum? — Tazı iki dönümlük yer atladı. Öküzler çok dingin, ancak bir dönüm yer sürebildim. Akşam olunca da döndüm geldim. — Oğlum suçun bir oldu. Bir gün sonra beş katırla oduna giden çocuk iki katır yükü odunla döner gelir. — Ne yaptın oğlum? — Akşama kadar çalıştım. Ekmek bile yemedim. Ancak bu kadar kesebildim. — Gel bakalım sen cezayı hak ettin. Ağa çocuğun kafa derisini yüzer. Köye perişan bir vaziyette dönen oğlan başından geçenleri tek tek anlatır. Küçük kardeşi: — Ah kardeşim sende iş yokmuş. O adamı sen bana tarif et. Ben onun dersini vereyim, der. Keloğlan çantasını hazırlar yola çıkar. O kasabaya varınca aynı adam karşısına çıkar. Tüyü sarı gözü gök, çirkin bir adam... — Nereye gidiyorsun Keloğlan? — Çalışmaya. — Benimle çalışır mısın? — Çalışırım. Akşam olunca eve gelir, yer içerler. Sonra adam söze başlar: — Keloğlan benim bir mukavelem var. Onu kabul edersen öyle çalışırsın. Yoksa seni çalıştırmam. — Nedir o mukavelenin şartları? — Verdiğim işleri yapmazsan, bana kızarsan kafa derini yüzerim. — Peki Ağa. Yalnız sen de kızmayacaksın. — Kabul, ben kızarsam, sen de benim derimi yüzersin. Adam, Keloğlan'ı yeneceğinden emin olduğu için bu şartı hemen kabul eder. Ertesi gün Keloğlan çifte gider. Tazı atlar, iki dönüm ileri düşer. Keloğlan akşama kadar bir dönüm yer sürer. Akşam olup gün inince tazıyı yakalayıp keser. "Bunlar çok dingin bir işe yaramazlar" diyerek öküzleri de keser. Eli boş eve döner. — Ne yaptın Keloğlan, hani öküzler? — Tazı atlayınca ayağı kırıldı, kestim. Öküzler bir dönüm yer sürünce, yürüyemez oldular. Onları da kestim. Darılmadın değil mi? — Yok, oğlum kızar mıyım? İyi yapmışsın. Sonraki gün oduna giden Keloğlan dağa doğru çıkarken "Bunların ön ayakları uzun geliyor" diyerek katırların ön ayaklarını kısaltır. Katırlar yürüyemeyince, yatırır onları da keser. Eli boş eve döner. — Ne yaptın Keloğlan, katırlar nerede? — Yokuş yukarı çıkamadılar. Ben de onları kestim. Bana darılmadın değil mi? — Yok oğlum darılır mıyım? İyi yapmışsın. Adam anlar ki, bu Keloğlan kendisine bir zarar verecek karısına der ki: — Hanım bu çocuk bizi de kesecek. Sen bir sandık ekmek yap. Biz buradan kaçalım. Keloğlan da bunları dinliyormuş. Kadın erkenden kalkar, ekmekleri yapar. Sandığa yerleştirir. Keloğlan sandığı boşaltır içine girer. Üzerine de biraz ekmek koyar. Yolda giderken Keloğlan sıkışır Adamın sırtına işer. — Hanım, ekmeğin yağları sıcaktan eridi, üstüme aktı, der. Biraz daha yol gittikten sonra bir köye varırlar. Ekmek kokusu alan köpekler etraflarını sarınca "Keloğlan olsaydı bu köpekleri öldürürdü" der adam. Keloğlan kafasını kaldırır, "Ağa ben buradayım" diyerek aşağı iner, köpekleri öldürür. — Ağa, sizinle geldim diye bana kızdın mı?" — Yok oğlum kızmadım. İyi yapmışsın, canımızı kurtardın. Adam böyle demiş ama sinirinden de dudaklarını ısırırmış. Hep beraber giderlerken akşama doğru bir deniz kenarına gelirler. — Bu geceyi burada geçirelim, der Ağa. Karısına da gizlice tembih eder: — Keloğlan'ın yatağını denizden yana ser. Gece denize yuvarlar kurtuluruz, der. Neyse uzatmayalım. Yerler, içerler, yatarlar. Keloğlan uyur mu? Başına gelecekleri biliyor. Gece yarısı adamla karısının arasına girip yatar. Kaktıra kaktıra kadını denize yuvarlar. Adam uyanınca bakar ki, yanında yatan Keloğlan. — Ulan Keloğlan karım nerede? — Yalnız yatınca üşüdüm. Aranıza girdim. Üçümüz yatağa sığmayınca hanımı denize attım. Yoksa darıldın mı Ağa? — Darılma değil, yırtıldım bile. — Eee Ağa sen cezayı hak ettin. Keloğlan adamın kafa derisini yüzer köyüne döner. Annesi ve kardeşine olanları anlatır. Bir daha babalarının nasihatinden dışarı çıkmayacaklarına yemin ederler. Kendi hallerinde yaşayıp giderler.    
Ese ile Köse
Ege Bölgesi
Afyonkarahisar
[Ese ile Köse]   Bir varmış, bir yokmuş... Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde... Develer tellal iken, pireler berber iken... Ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken... Ülkenin birinde Köse diye bir değirmenci yaşarmış. Adı gibi kendisi de kösenin biriymiş. Yalan desen bunda, hile desen bunda. On parmağında on marifet varmış. Önüne gelene sakalındaki teller kadar yalan söylermiş. Bin dereden su getirir, sulu dereden susuz gönderirmiş. Değirmenine buğday öğütmeye gelenlere 'Yel üfürdü, su götürdü, kuşlar yedi, bitirdi' gibi bin bir çeşit yalan uydurur, allem eder, kallem eder, ellerinden buğdaylarını alırmış. Dolu giden boş, tok giden aç dönermiş evine. Bir giden bir daha yanından bile geçmezmiş. O yörede yaşayan yoksul bir köylü ile üç oğlu varmış. Adam yaşlanınca pazara, değirmene gidemez olmuş. Oğullarını göndermeye başlamış. Daha önceki yıllarda büyük oğulları Köse'nin elinden kurtulamamışlar. Değirmene gitme sırası küçük oğlana gelmiş. Onun adı da Ese imiş. Oğlan değirmene giderken babası sıkı sıkı tembih eder: — Aman Köse'nin değirmenine uğrayayım deme. Ağabeylerin gibi soyulmuş soğana dönersin. Ese buğday çuvallarını arabaya atarak düşer yola. Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Önüne gelen ilk değirmene girmiş. Değirmenciyi görünce, onun Köse olduğunu anlar. şuna bir oyun yapayım da Hanya'yı Konya'yı anlasın, der, kendi kendine. "El mi yaman bey mi yaman görsün." Buğdayları un ettikten sonra, gömbe yaparak Köse'yi ve orada bulunanları çağırır. — Arkadaşlar! şimdi birer masal anlatacağız. En güzel ve inandırıcı masalı kim anlatırsa, diğerlerinin unlarını da alsın gitsin, der. Köse bu işe dünden razı. Üstelik kendi ayağı ile gelmiş bu fırsat kaçırılır mı hiç! Hemen kabul eder. Diğerlerinden ses çıkmayınca, Köse başlar anlatmaya. — Şu tarlayı görüyor musunuz? diye değirmenin yanındaki tarlayı gösterir. — Geçen yıl o tarlaya bostan ektim. İçinde bir kabak büyüdü. Bir delik açıp içini boşalttım. Bir tarafına ahır, bir tarafına samanlık, ortasına da iki göz ev yaptım. Bir kış kışladım. Gömbe de unlar da benim, diyerek ayağa fırlar. Sonra Ese almış sözü: — Biz üç kardeşiz. Büyük ağabeyim bir gün dağda sürüyü kaybetmiş. Gelip bize haber verdi. Üç kardeş dağı taşı aradık, koyunları bulamadık. Babama haber verdik. Babam "Al horoza gem takın, eğer vurun. Ben gideyim. Sürüyü bulup geleyim" dedi. Babam hazırladığımız horoza binerek sürüyü bulup geldi. Horozun eğerini indirince baktık ki sırtı yara olmuş. Hemen yaraya kireç ektik. Orası gübrelendi. Sürdük arpa ektik. Minare boyu arpa bitti. Biçerken bir delik gördük. Kazdık içinden bir tilki çıktı. Tilkinin karnını yardık. İçinden bir kağıt çıktı. Kağıdı hocaya okuttuk: — Köse'ye söyleyin, yalan dolanla iş, haramla aş olmaz. Herkesin hakkını geri versin. Gömbe de beraber yensin, diyerek sözlerini bitirir. Orada bulunanlar Ese'nin masalını beğenip alkışlarlar. Köse kızgınlığından küplere binmiş, kendi kendine homurdanmış. Yenilgiyi içine sindirememiş. — Aferin sana delikanlı! Hem akıllı hem de bilgili bir çocuksun. Hoşuma gittin doğrusu. Bana hizmetkâr olursan sana çok para veririm. Hem sanat öğrenirsin, hem de zengin olursun, der. Aklınca Ese'ye bir dolap çevirecekmiş. Böylece bu yenilginin acısını çıkaracakmış. Ese de onun bir numara çevireceğini anlamış. — Olur ama ağzını açıp laf etmeyeceksin. Konuşanın ağzı dikilecek. Kim kime kızarsa derisi yüzülecek. Bu şartlarımı kabul edersen emrine hazırım, der. — Tamam, der Köse. Şu komşular da şahidimiz olsun. — Haydi şimdi öküzleri koş, çifte git. Tazı nereye çökerse orayı sür.  Ese arabayı koşar. Sabanı da arabaya atarak, düşer yola. Bayır bir yere gelip tazı çökünce orayı sürmeye başlar. Öküzün biri yüksekte kaldığından iyi sürülmüyormuş. Yüksekte kalan öküzün ayaklarını keser. Bu kez de öbür öküz yüksekte kalır. Onun da ayaklarını keser. Her şeyi orada bırakıp değirmene döner. —Ne yaptın Ese? — Böyle böyle oldu. Öküzleri kestim.   Köse çok kızar; fakat anlaşmadan dolayı bir şey diyemez. Ese, ertesi gün koyunları otlatmaya götürür. Ot bulup otlatmış, yayla bulup yaylatmış, kaval çalıp dinlet­miş. Derken öğle sıcağı bastırınca koyunları bir elma ağacının altına yatırır. Kendisi de ağaca çıkarak karnını doyurur. "Biraz da Köse'ye götürürüm" diyerek ağacı silke­ler. O ininceye dek koyunlar elmaları yer. Bıçağını çeke­rek koyunları keser. Kara koçun kulağında bir elma kaldığı için o kurtulur. Kara koçla birlikte değirmene döner. Köse'ye olanları anlatır. Köse kızgınlığından deliye dö­ner. Bir şeyler söyleyecek olduysa da anlaşmayı hatırlaya­rak susar. Söylense işler iyice sarpa saracak. Aşağı tü­kürse sakal, yukarı tükürse bıyık! Birkaç gün sonra Ese atları yemlemek üzere ahıra inince, atlar kişnemeye çifte atmaya başlamışlar. "Ben size gösteririm" diyerek atları da keser. Köse kızgınlığından "yandım anam türküsü" çağırır. "Bunun kırdığı ceviz kırkı geçti. Ne yapsam da kurtulsam bu püsküllü beladan" diye düşüncelere dalar. "El mi yaman, bey mi yaman" öğrenmiş ama iş işten geçmiş. Bir gün karısına dert yanar: — Başa gelmedik iş, ayağa değmedik taş olmazmış. Lâkin öyle bir belaya çattık ki, canıma tak etti. Dertsiz başımızı derde soktuk. Kaynayan aşımızı soğuttuk. El elden, akıl akıldan üstündür. Sen bu işe ne diyorsun? Birazcık akıl ver. — A herif! Köse sakalına tükürdüğüm herif! Ben ne bilirim. Aklını peynir ekmekle mi yedin? Önce ne sordun, ne de söyledin. Azıcık aklım var, onu da sana mı vereyim? Kendin ettin, kendin buldun, ne halin varsa gör. Köse karısının bu sözlerine çok içerler. Saplı tokmakla kafasına vurarak öldürür. Bu arada Ese bütün olanları görmüş. Ağasına çıkışır: — Seni konağa bildireceğim. — Aman Ese yapma, ne istersen vereyim! — Seni bu beladan kurtarırım. Ama tüm malını mülkünü bana bağışlayıp bu diyardan gideceksin. Köse çaresiz kabul eder. Kadını bir eşeğin üzerine bağlayıp bir bostan tarlasına sürerler. Uzaktan seyretmeye başlarlar. Bostancı: — Hey kadın! Çek şu eşeğini, dediyse de duyuramaz. Elindeki sopayı kadına doğru fırlatır. Kadın da yere düşer. Tam bu sırada Ese ile Köse ortaya çıkar. — Yetişin komşular, bostancı kadını öldürdü! Adam şaşkınlıktan ne yapacağını bilemez. Ese ile Köse adamın ellerini bağlayıp kasabanın yolunu tutarlar. Köse, "Tamam” der, malım mülküm senin. Ben ettim sen etme. Mal maşat, tarla tokat ne varsa hepsi senin" diyerek onlardan ayrılır. Başka diyarlara giderek izini kaybet­tirmek ister. Köse ayrılıp gittikten sonra Ese zavallı adamı serbest bırakarak köyüne döner. Olup bitenleri anlatır. Halk "Bir püsküllü beladan kurtulduk" diye çok sevinir. "Yerin kulağı var" derler. Köse'nin yaptıkları kulaktan kulağa duyulmuş. Jandarmalar her yakada onu arıyorlarmış. O ise başına geleceklerden habersiz kendine yeni bir yurt arıyormuş. Gökten üç elma düştü. Biri masalı anlatanın, biri okuyanın, birisi de dinleyenlerin başına...  
Yedi Kızlar
Ege Bölgesi
Afyonkarahisar
YEDİ KIZLAR Bir varmış, bir yokmuş... Zamanın birinde bir köyde yedi kızlı bir adamla yedi oğlanlı bir adam varmış. Yedi oğullu adam: — Benim yedi tane babayiğit oğlum var, diye gururlanırmış. Yedi kızlı adamla da alay edermiş. Köylüler de öbür adamdan korktukları için onun tarafını tutarlarmış. Bir gün yedi kızlı adam eve çok üzgün gelir. Babasının bu durumunu fark eden küçük kızı babasının karşısına oturur. — Babacığım, bu gün çok üzüntülüsünüz. Derdini bize anlatırsan belki bir çaresini buluruz. — Kızım benim derdimin çaresi yok! — Babacığım Allah çaresiz dert vermez. Sen bize üzüntünün sebebini söyle, ben bir çaresini bulurum. Adam kızının ısrarlarına dayanamaz, yedi oğlanlı adamın yaptığı hakaretleri bir bir anlatır. O zaman kız der ki: — Babacığım, sen o adama git! Senin büyük oğlanla benim küçük kızı bir işe gönderelim. Görelim bakalım hangisi daha fazla para kazanacak de, gerisine karışma. Ertesi gün adam kahvede otururken yine yedi oğlanlı adam gelerek alaylı alaylı selam verince, beriki dayanamaz: — Senin yedi oğlun var. Sen onlarla öğünüp duruyorsun. Bu oğlanların bir de marifetini görelim. Senin büyük oğlanla benim küçük kızı bir işe gönderelim. Bakalım hangisi daha çok kazanacak, diye adama çıkışır. Adam da razı olur. Kız ile oğlanı ayrı ayrı yerlere gönderirler. Kız köyden uzaklaşınca, yanına aldığı erkek elbiselerini giyerek erkek kılığında yoluna devam eder. Gide gide yolu bir şehre düşer. Orada yorgun argın üstü başı perişan bir halde sarayın önünden geçerken, vezirin dikkatini çeker. Vezir karşısına geçip yüzüne bakar. Eli ayağı düzgün bir çocuk... — Sen buralarda ne arıyorsun? — Efendim, ben çok uzaklardan geldim, iş arıyorum. Vezir buna acıyarak yanına alır, sürüsüne çoban yapar. Oğlunu da yanına arkadaş olarak verir. Gel zaman git zaman... Vezirin oğlu bu çobandan şüphelenmeye başlar. Bu çoban kızdır, diye. Gönlü de ona doğru kaymış. Annesine giderek, her şeyi anlatır: — Anneciğim, bu çoban kız, ama anlamak için ne yapacağım bilmiyorum, bana yardım et, der. Annesi: — Oğlum, sen arkadaşını bir sarrafa götür. Eğer kız ise altına inciye bakar; oğlan ise aynaya tarağa bakar. O zaman anlarsın, der. Çobanın da çok sevdiği, koynunda yatırdığı bir kedisi varmış. Olup bitenleri dinler, hemen gidip kıza haber verir: — Abla, abla! Senden şüpheleniyorlar. Böyle böyle yapacaklar, diye duyduklarını kıza söyler. Ertesi gün iki arkadaş sarrafa gider. Vezirin oğlu ne kadar üstelediyse de kız: — Altınlar benim işime yaramaz; diyerek çakı, tarak ayna gibi şeyleri beğenir. Oğlan, arkadaşının kız olmadığına çok üzülür. Hemen annesine gidip olanları anlatır. Annesi de bu defa başka bir akıl verir: — Sen onunla sidik yarıştır. O zaman anlarsın. Kedi gidip, kıza haber verir. — Yarın sidik yarıştıracaksınız. Ama sen üzülme ben kasabın çöplüğünden biraz bağırsak getiririm. Sen onunla vezirin oğlunu yenersin. Ertesi gün sidik yarışında kız oğlanı yener. Oğlan yine annesine gider. — Anneciğim, anneciğim! Bu oğlan kız ama beni sidik yarışında da yendi, bu işte bir iş var. — Oğul sen onunla gül toplamaya git. Oğlan olan bir gül alır. Kız ise eteğini gül ile doldurur, diye oğluna yol gösterir. Ertesi gün iki arkadaş gül bahçesine giderler. Orada kız bir gül koparıp koklar. Oğlan daha fazla koparması için ısrar edince de: — Er olana bir gül yeter! Diye cevap verir. Oğlan yine büyük bir üzüntü ile annesine gider. Annesi de bu defa hamama gitmelerini söyler. Yine kedi gidip, kıza haber verir. Kız hamama giderken kırk düğmeli bir yelek giyer. Hamama varınca vezirin oğlu çabucak soyunur. Kız da düğmelerin birini açarken birisini kapatarak oyalanır. Oğlan acele edince, — Sen gir ben geliyorum, diye oğlanı atla­tır. Sırrının anlaşılacağını anlayınca, oradan kaçarak köyüne gelir. Gelirken de vezirin karısına tembih eder: — Oğlunuz beni aramak isterse, bir çift demir çarık ile bir baston alsın. Çarığı delininceye kadar gitsin. Orada yedi kızlı adamın evini sorsun. Oğlan hamamdan çıkıp arkadaşını bulamayınca, hemen eve gelir. Annesine sorar. O da kızın dediklerini ona söyler. Oğlan kızın dediklerini yapar, demir çarık demir asa yola düşer. Az gitmiş, uz gitmiş. Altı ay bir güz gitmiş. Sonunda çarığı bir köyde delinir. Kahvenin önünde oturanlar perişan bir halde bir yabancıyı görünce etrafına toplanırlar. — Kimsin, necisin, buralarda ne arıyorsun? Diye sorarlar. Oğlan bitkin bir vaziyette yedi kızlı adamın evini aradığını söyleyince, köylüler, evi gösterirler. Kız da olup bitenleri pencereden seyredermiş. Koşarak kapıyı açar. Oğlan arkadaşını kız olarak görünce çok sevinir. Sarmaş dolar olurlar. Oğlan babasına haber gönderir. Vezir heybeler dolusu altınla elçiler göndererek, Allah'ın emri peygamberin kavli, kızı isterler. Kırk gün kırk gece düğün yaparlar. Yer içer muratlarına geçerler. Daha dün yanlarındaydım, geçinip giderler.  
Azrail ile Oğlan
Ege Bölgesi
Denizli
Eveli varımış yoğumuş. Bi anasınna oğlu varımış. Ortakçılık yapalarımış. Yapmışla, yapmışla oğlan: — E ana biz bu ortaklıkçılıkdan heç bi iş edemicez. Ben çalışme giden baya böyüdüm ben gari demiş. Çalışme giden ben. Anası:  — E gid olım demiş. Bi esgi yorgan sarıvemiş. Giderike, giderike, giderike bi derede bi adamı ıraslamış, adam:  — Olım nere gidiyon demiş. Oğlan:  — Nere gidem a dedem. Biz anamılan ikimiz galdık, çalışme gidiyon demiş. Adam:  — Ulen olum benne dursene sen demiş, çalışcesen maydam. Oğlan:  — E duren demiş. Durarıkan adam: — Senin demiş işin bu munardan bu buçağı yümek. Buçağı yücesin aşama gada yadcesin demiş. Oğlan: — Sonura demiş. Adam:  — Ondan keri işin yok senin, gezcesin demiş. Bi ötü gezmiş, beri gezmiş. Yedi sene durmışla. Oğlan:  — E dedecim demiş, ağa demiş. Benim bi gocuanecim varıdı. Ödü mü gadı mı? Ben giden gari demiş. Adam:  — Gid olım emme ben sene ta çok nasiyat vercen de öle salcen demiş. Oğlan:  — E nasıedcen? Adam:  — Böyün demiş, filan belende kövde bağarasında bi ev va. Ore gidcesin sen demiş. Onna seni müsefiramaz demiş. Zorılan girip yatıcesin demiş. Ölü alıla demiş. Ölü olmence onna kötüdür almaz seni demiş. Oğlan:  — E nene nene nene dipden ünnemiş. O du demişiki: — Benim hastam va, yerim yok, yatam yok. Benim hastam va. Ben müsefiralıman demiş. Alıman deyesi zorılan varmış yadmış. Gecẹ gelmiş gari o, can alcemiş. O du bilmeyomuş eveli neyidine. Neyise ordan sonura eve gelmiş. Nene:  — Böyün olım falan yere hore Akalana gidcesin demiş. Ore gidmiş: — Müsefir alı mısınız dezecim? demiş. Teyze:  — Olım amamız, biz müsefir alırız. Geç, buyurun. Döşek admışla altına, yemek gomuşla önünü türlü türlü. Yatırmışla buz gibi yatan içine. Neyise ordan uyımamış gari olan. Bölü bakarıka, bakarıka gelmiş hölü* goca bıçaklı, düz büşünmüş goşunmuş* ışılak elbisile keymiş gemiş. Hölü bi portukalı ucunu bıçan ucunu portukala sokuvemiş, canını hölü kokuduvemiş canını almış, o gocu garının. — Eh anacımız öldü deye bi yas kaldırmışla aleşmişle, aleşmişle. Sabala olan gari evine gemiş. Oreye ağasının yanına. Azrail:  — Gödün mü olım? demiş. Eyinin canını nası alıyon, kötünün canını nası alıyon demiş. Orda gari o da demişiki: — Hoca, ağa, ben gidcen. ben bi goca annecim varıdı. Ödü mü gadı mı, ben giden demiş. O du demişiki: — Aşam yanıdan gedim olum, ta çok yaşı var, ölmecek demiş. Oğlan:  — Ösün ölmesin ağa ben giden. Benim yedi sene oldu bu memlekete geleli. Ne olusa osun ben giden gari, çok göresim geldi anecimi demiş. Azrail:  — Neyise olum gid emme demiş, al ĥu kupeye* varasıyı evlenme kalkma demiş. Oğlan:  — E ağa ben evlenmedikten keri ne olcek benim halim demiş. Azrail:  — E bilmen ölü görünüyo demiş. Yoldan gelirike, gelirike bi mınar ıraslamış. Oğlan:  — Mınardan gaç şu benim yedi senelik emeyim, bi yudum bi sucaz içem. Yedi senelik ememden demiş. Bi gupu* su gadmış altın olmuş, bi gupu da altın omuş, bi gupu da altın omuş. Bi çuval altın edmiş. Gaç ben bunu götürümen. dodurmeyen gari. İşmeveren suyu demiş. Sarınmış gemiş. Esgi yorganı admış altını sarınmış gelmiş. Oğlan:  — Gız ana filan padişahın gızını beni söleve. Anası:  — Ay olum bizim gibi fakirlere demiş, gız mı verile demiş, filan padişah gızını veri mi? Oğlan:  — Veri veri, ana sen bu altına bak. Sen su çek ben altın döken demiş. Dodurmuşla gari altını bi çok. O su dodurmuş, o altın edmiş. Kayalı gimiş* anası:  — E padişahım benim olana senin gızı ben Allahın emri peygambarın gavli üzeriyle ben sene olumdan gızına kayalığa gedim demiş. Padişah:  — Eyer demiş, senin olan eyer bi yük altından ev yapıverise bene, ben gızımı vedim gitdi demiş. Neyise eve yapmışlar, düzennemişle, düyün dudmuşla, evermiş oluna. İşey edmiş, adamna nikahlayıp gidmiş. Nikahlep gidesiye medivenden bi isan çıkmış gemiş takır tukur. Olan başlamış alımeye. Azrail:  — Ben sene evel dedim, evlenmecesin, sene yarımeyo demedim mi? Oğlan:  — E dedin, ben durumadım evlencen demiş. Azrail:  — Hada anen yaşı pek çok, accını verisen guşlu gadan bari dur, bari gelininen demiş. O du demiş gidmiş anasına: — Ana senin guşlu gadaynan senin ömrün accını bene ver. Anası:  — Hay olum dakkasını bilen vermen. Ben sene nası veren ömrümü sene demiş. E alamış gemiş. E gıza gelini de maĺ olmuş. Oğlan:  — E ağa sen maydam bi yo benim yaşa bak bakalım, ne gada? İkimize üleşdirive. Biz ikimiz bi yasdıkda ölelim, geçinelim demiş. Bi yo bakmış yüz seksen dene yaşı varımış. İkisine üleşdirivemiş. İkisi gari geçinip durula. Hindi ordan gedim. Geçinip durula.   *hölü: Şöyle *düz büşünmüş goşunmuş: Baştan aşağı giyinip kuşanmış *kupeye: Kupayı, tası, bardağı *gupu: Kupa, tas, bardak *Kayalı gimiş: Razı olmuş (gayıl olmak)
Kumdan Kale
Akdeniz Bölgesi
Hatay
Bir varmış bir yokmuş. Dünyaya hükmeden krallığın prensi bir gün her şeyden kaçmış ve kendini kumdan bir kaleye kapatmış. Doğduğu günden beri maruz kaldığı aşağılanmadan dolayı tek başına kalede yaşamaya karar vermiş. Yıllardır aldığı nefret dolu sözler kalbine gaflet yağmuru olup yağmış. Kalbini birine açmaya korkuyormuş. Bu durum onu sinirli, hırçın biri haline getirmiş. Kimseyi görmemek için kendini kumdan kaleye kapatmış. İnsanlardan nefret eden prensin kalbi doğaya karşı yumuşacıkmış. Kumdan kalesinde her türden çiçek yetiştirirmiş. Sadece çiçekleriyle konuşur ve dertleşirmiş. Günlerden bir gün yine bahçesinde çiçekleriyle ilgilenirken prens çiçeklerinin birkaçının koparıldığını görmüş. Prens şaşkına dönmüş. Prensin kalbi koparılan çiçeklerinin üzüntüsüyle dolup çiçeklerini koparan kişiye karşı kalbi nefretle dolmuş. Koparılan çiçeklerin yerine daha güzel çiçekler eken prens günün geri kalanını kumdan kalesinde geçirmiş. Ertesi gün yine çiçeklerinin koparıldığını görmüş. Prens bu kez daha da sinirlenmiş. Bir hışımla tekrar yeni çiçekler dikmiş. Birkaç gün yine aynı şekilde çiçekleri koparılmaya devam edince prensin canına tak etmiş. Gece uyumayıp bahçesine giren kişiyi beklemeye karar vermiş. Hava kararıp karanlık, dünyaya hükmedince bahçenin en ücra köşesine gidip saklanmış. Bir süre sonra kumdan kalesine giren sefil bir kız görmüş. Bu kızın kıyafetlerinin her yanı yamalıymış ama bu sefil kıyafetler kızın güzelliğine gölge düşürememiş. Güneşten daha sarı, parlak saçları rüzgârda dans edercesine salınırmış. Gözleri aydan daha parlakmış. Teni kardan beyazmış. Dillere destan bir güzelliği varmış. Prens kızı görünce hareket edememiş. Kızın güzelliği karşısında prensin dili tutulmuştu. Prens uzun zaman sonra ilk kez kalbinin ısındığını hissetmiş. Bu geceden sonra her gece prens bahçesinde saklanıp kızın gelmesini bekler ve onu uzun uzun izlermiş. Günlerden bir gün prens bu sefil kızın çiçekleri ne yaptığını merak etmiş ve pelerinini giyip kızı takip etmeye karar vermiş. Kızı takip eden prens, kızın yaşamak için çiçekleri sattığını görmüş. Kızın karşısına çıkmaya korkan prens koşa koşa kumdan kalesine dönmüş. Kızı bu sefil hayattan kurtarmak için dünyada eşi benzeri olmayan bir çiçek yetiştirmeye karar vermiş. Eğer bu çiçeği yetiştirebilirse kız bu çiçekleri pahalıya satıp daha çok para kazanabilecekmiş. Prens hiç durmadan bu eşi benzeri olmayan çiçeği yetiştirmek için çalışmış ve en sonunda bunu başarmış. Prens bahçesini bu eşi benzeri olmayan çiçeklerle donatmış ve sefil kızın gelmesini beklemeye başlamış. Prens bu kez saklanmamış. Elinde bir demet çiçekle kızı bekliyormuş. Kız yine karanlık dünyaya hükmedince bahçeye girmiş. Çiçekleri gören kızın şaşkınlıktan ağzı açık kalmış. Bahçeye hayran hayran bakan kız prensi elinde bir demet çiçekle görünce şaşkınlığı daha da büyümüş. Sefil kız bu çiçekleri kimin yetiştirdiğini hep merak etmiş ve nasıl biri olduğunu hayal etmiş. Hayalinde canlandırdığı adamı elinde çiçeklerle görünce kız heyecanlanmış ve prensten etkilenmiş. Birbirlerinin ruhuna âşık olan bu genç iki insan sonsuza dek mutlu yaşamak için o gece birbirlerine söz vermişler.
Kötü Komşu Kadın
Akdeniz Bölgesi
Hatay
Bir varmış bir yokmuş. Eskiden bir anne bir baba ve ve kızları varmış. Adamın hanımı vefat etmiş. Kızı henüz küçükmüş. Aradan zaman geçer ve komşusunun kızı adamın kızıyla görüşür ve babasının hakkında soru sorar. Soru şöyledir; “Baban evlenmeyecek mi?” Kız bunu babasına sorar. — Baba evlenmeyecek misin? Baba der ki: — Sen küçüksün ev işlerini yapamazsın. Kız susar ve cevap veremez. Ertesi gün komşu kız kıza sorar — Baban ne söyledi? — Ben küçükmüşüm. Ev işlerini yapamazmışım. Komşu kadın der ki: — Ben sana öğretirim. Babana benim öğrettiğimi söyleme. Kız gider ve babasına: — Ben büyük oldum baba der. Babası da: — O halde ben de evlenebilirim der ve kızına sorar “Peki kiminle evleneyim”. Kız: — Komşu kızıyla baba der. Sonra baba evlenir. Evlendikten az bir zaman sonra komşu kadın kıza kötü davranmaya başlar. Kızın babasına gider ve kızını evden atmasını ister. Baba şaşırır ve sinirlenir. — Allah’tan kork! Kızı nereye atarım der.  Komşu kızı der ki: — Nereye atarsan at. Bu evde ya ben olurum ya kızın. Baba kızını alıp oduna gider. Baba kızına der ki —Burda bekle ben işimi halledince seni almaya gelecem. Kız oturdu ve babasını beklemeye başladı. Bekledi... Bekledi… Bekledi… Karanlık çökmüş akşam olmuştu. Kızın babası hâlâ gelmemişti. Kız, çakalların ayıların seslerini duyuyordu. Çok korkmaya başlamıştı. Korunmak için üstüne çalı attı ve sabahı beklemeye başladı. Sabah oldu ve ava çıkan birkaç genç, kızı gördü. Gençler şaşırıp kaldı. Kızın güzelliğine hayran kaldılar. İçlerinden birisi onunla konuştu. Kız ona her şeyi anlatınca genç adam kızın hâline üzülüp onu yanına aldı ve onu kollayıp ona baktı. Kız iyice büyümüş ve çok güzelleşmişti. Genç ona âşık oldu ve kıza onunla evlenmek istediğini söyledi. Kız bunu kabul etti ve evlendiler. Kızın babasına gelince karısı onu bırakıp gitmiştir. Baba bir başına kalmıştır. Ve o zaman ne kadar büyük bir hata yaptığını anlayıp pişman olmuştur. Ama artık iş işten geçmiştir.
Aç Kurt
Karadeniz Bölgesi
Ordu
Bir varmış, bir yokmuş. Allah’ın kulu çokmuş. Çok söylemesi günahmış; hikâye söylemesi sevapmış. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde bir kurt yaşarmış. Köyün kıyısında kışları açlıktan kıvranıyormuş. Yine böyle bir gün: — Köye gideyim de oradaki inekten, koyundan yiyeyim, demiş. Köye gitmiş, bir ineğe rast gelmiş: — İnek, ben öyle acıktım ki seni yiyeceğim, demiş. — Dur, beni şimdi yeme. Şuraya kadar sırtıma bin, in; birbirimizi gezdirelim de beni öyle ye, demiş. Kurt kabul etmiş ve o sırada da inek kaçmış. Kurt bir ahırın önüne gitmiş. Ahırdan bir katır çıkmış. Katıra: — Açlıktan ölüyorum, katır seni yiyeceğim, demiş. — Benim etim sert, sen beni yiyemezsin. Gideyim, baltayla satırı getireyim de beni öyle ye, demiş. Baltayla satıra gidiyorum diye katır da kaçmış. Kurt, av aramaya devam etmiş. Bir koyuna rastlamış: — Koyun, açlıktan ölüyorum, seni yiyeceğim, demiş. — Yok beni şimdi yeme. Gel, seninle şu tarafa doğru gidelim de orada bir oynayalım, demiş. O da kurdu kandırıp kaçmış. Sonra kurt, keçiyle karşılaşmış. Keçiye: — Seni yiyeceğim keçi, çok açım, demiş. Keçi: — Benim karnımda iki tane yavrum var. Bizi üç olunca ye, demiş. Sonra o da kaçmış. Kurt harmanlığa doğru yoluna devam etmiş. Bir ata rast gelmiş. Ata: — At, açlıktan ölüyorum. İmkânı yok, kaçırmam seni; seni yiyeceğim, demiş. At: — Yok, beni şimdi yeme. Gel, sırtıma bin de bir cirit oynayalım. Beni ondan sonra ye, demiş. Böylece at da kaçmış. Kurt bütün avlarını kaçırmış. Bu sefer düşünmeye ve kendi kendine söylenmeye başlamış: — Be hey kurt! Eline geçti bir inek, ye de boynuzlarını dinelt. Sen ne yapacaksın inmeyi, binmeyi? Kâtip mi olduydun, demiş. Katırı düşünmüş: — Eline geçti bir katır, yesene hatır hatır. Sen ne yapacaksın baltayı, satırı? Kasap mı olacaktın, demiş. Sonra koyunu düşünmüş: — Hey kafasız! Sen ne edeceksin oyunu moyunu, yesene koyunu. Oynayıp da köçek başı mı olacaktın, demiş. Oradan keçi gelmiş aklına: — Eline geçti bir keçi, ne yapacaksın ikiyi, üçü; kessene keçiyi. Sürü başımı olacaktın yoksa, demiş. Sonra atı düşünmüş: — Eline geçti bir at, ye de yanında yat. Sen ne yapacaksın cirit oynamayı? Cirit başı mı olacaktın, demiş. Bütün avlarını kaçıran kurt, açlıktan ölmüş.
AHMET İLE MAHMUT
İç Anadolu Bölgesi
Yozgat
    [AHMET İLE MAHMUT]   Vaktin birinde, bir padişah varmış. Padişahın bir sene, beş sene derken epey bir zaman çocuğu olmamış. Olmayınca padişahın hanımı: — Padişahım her derdin dermanı var, derdine derman arasana. Sen padişahsın, demiş. Padişah; vezirini, vüzerasını, akıldanelerini toplamış. — Benim bir sürü serim servetim var. Ben ölünce bu servet nerede kalır? Benim çocuğum yok. Derdi veren Allah, dermanını da verir, çıkalım arayalım. Bunlar, atlarını hazırlamışlar. Yakınları ile vedalaşıp yola çıkmışlar. Bir müddet gittikten sonra çayırlık, çimenlik bir yere varmışlar. Atları çayıra salmışlar. Bunlar da çeşmenin başına varmışlar. Abdest alıp namaza durmuşlar. Padişah namazının sonunda sağına selam vermiş, soluna selam vereceği zaman bir sakallı adam gelmiş. — Merhaba, padişahım. — Merhaba, derviş baba. Sen benim padişah olduğumu bildin kalbimdekini de bilirsin. — Elbette biliyorum. Senin çocuğun olmuyor, derdine derman aramaya çıktınız. — Madem derdimi biliyorsun, sen dermanını da bilirsin. — Tabi, onu da biliyorum, demiş derviş ve cebinden bir elma çıkarıp ikiye bölmüş. Derviş: — Bunun yarısını sen yiyeceksin, yarısını hanımın yiyecek. Sizin iki tane çocuğunuz olacak. Biri sizin, biri benim. Bu kavle razı mısın? — Razıyım. Allah, iki tane oğlan çocuğu versin de biri senin biri benim olsun. Dervişle padişah anlaşmışlar. Sonra da derviş, padişaha veda edip oradan ayrılmış. Padişah ve yanındakiler geri dönmüşler. Geldiklerinde padişahın hanımı sormuş: — Ne yaptınız, derde derman bir şey bulabildiniz mi? Padişah, olanları hanımına anlatmış. O gece elmayı hanımıyla yiyip yatmışlar.  Zaman gelmiş, padişahın iki oğlu olmuş. Padişahın keyfine, mutluluğuna diyecek yokmuş. Bu çocuklar ayda büyüyeceğine, günde büyümüşler ve okul çağına gelmişler. Çocuklar okul çağına gelmişler ama daha adları konulmamış. Çocuklar: — Baba bizim adımızı koysanıza. Derviş, elmayı padişaha verdiği gün: — Ben gelmeden çocukların adını koymayın, diye söylemiş. Çocuklara, hep “Adsız gel, Adsız git” derlermiş. Bir ihtiyar nine varmış. Bu nine elinde testiyle çeşmeden geliyormuş. Bu çocuklar bir ok atmışlar, ihtiyar kadının elindeki testiyi delmiş. Nine kadın bakmış ki testiden şırıl şırıl su akıyormuş. Geriye dönüp bakmış ki oku atan padişahın oğluymuş. Nine, kızgınlıkla: — Zaten iyi adam değilsiniz ki, zaten iyi adam oğlu olsanız adınız olurdu. Siz p... siniz, demiş. Bu sefer oğlan eve gelmiş. Annesine: — Anne, biz p… mişiz. — Kim dedi bunu size? — Falanca nine kadın. Biz p.. olmasak adımızı koyarsınız. — Yok! Siz padişahın oğlusunuz. — Yok anne, ya bizim adımızı koyarsınız ya da seni öldürürüz. Neyse akşam olmuş, padişah eve gelmiş. — Padişahım sağ olsun! Bugün çocuklara adları yok diye p.. demişler. Bu çocukların adını niye koymuyoruz? Çocuklar beni öldürecekler yoksa. — Yahu hanım, nasıl adlarını koyalım? Derviş baba, “Ben gelinceye kadar adlarını koymayın.” dedi. — Aradan yıllar geçti, işte gelmiyor... — Ne yapalım o zaman? — Ziyafetini yap, yemeğini hazırla, adamlarını topla, çocukların adlarını koyalım. Kazanlar kurulmuş, yemekler pişirilmiş. Bütün iş bittikten sonra sıra çocukların adını koymaya gelmiş. Orada bulunanlar saraya geçmişler. — Bunların adı ne olsun, demişler. Biri “Ahmet”, biri “Mehmet”, biri “Muhammed”, diyormuş. Her biri bir şey söylüyormuş. Bunlar böyle isim bulmaya çalışırken derviş çıkagelmiş. Padişah; dervişi görünce tanımış, karşılamış, başköşeye oturtmuş. — Arkadaşlar! Bu çocuklar derviş babanın himmeti, bunların adını derviş baba koyar. — Hayırdır. Bir hayır işiniz mi var? — Derviş baba bu çocuklar kemale erdi. Çocukların adı yok, bunlara p… diyorlar. Bunları köye sığdırmıyorlar, çocukların adını koyacaktık sen geldin, sen koyacaksın adlarını. — Bu çocukların birinin adı Mahmut, birinin adı Ahmet. — Otur bakalım, derviş baba. — Bana oturmak yok, durmak yasak; ben bu çocukların birini alıp gideceğim. — Baba, olur mu? Bugün misafirimiz ol. — Yok! Sana bir hafta müsaade; bir hafta sonra gelir, ben çocuğumu alırım. Bunlar kimi vereceklerine karar verememişler. Bunlar: — Ahmet biraz saf, Mahmut akıllı; Mahmut’u vermeyelim. Ahmet’i verelim. Çocukların annesi ikisinin de ellerini kınalamış, gözlerini sürmelemiş. Aradan bir bir hafta geçmiş. Dervişin verdiği süre dolmuş. Derviş gelmiş selam vermiş. — Hadi bakalım, verin benim çocuğumu. — Al, Ahmet’i götür. — Yok. Ahmet senin, Mahmut benim deyip, alıp gitmiş. Bir hayli müddet geçtikten sonra Halilbaba gibi bir yere varmışlar, varınca: — Ey oğlum Mahmut! — Buyur baba. — Şu aşağıdaki sarayı görüyor musun? — Görüyorum baba. — Ora bizim vatanımız. Şimdi benim uykum geldi. Beni bir kötülük çevirdi, ben yatacağım. Sen biraz dur, kalkınca gideriz. Mahmut’u oturtup dizine yatmış. Uyuyunca Mahmut usanmış, kafasını dizinden almış, yere koymuş. Bir çiçek yerden almış. Dağda çiçek çok. Oradan bir çiçek, buradan bir çiçek derken epey uzaklaşıp gitmiş. Bir de öteden ak sakallı bir adam gelmiş: — Merhaba Mahmut. — Merhaba baba. Sen benim adımı nereden bildin baba. — Sen ne yapıyorsun oğlum, burada? — Babam yukarıda yatıyor, o kalkınca eve gideceğiz. — O, senin baban mı? — Babam. — O tılsımlı dev. — Deme! — Dedim, gitti. — Şimdi o yanında götürdüğü dağarcık* var ya sana der ki, “Oğlum Mahmut bunun içinde un var, bunu kar, fırını süpür de, pişirip karnımızı doyuralım, açıktık” der. Sen de ki “Baba, her ne kadar şey etsem de, ben bilmem, sen bir yap göster” de. O, fırının içine girince kapağı kapat. Baba bunları söyleyip kaybolup gitmiş. Çocuk elindeki çiçekleri kaldırıp atmış. Bunun içine bir sızı düşmüş. Devin yanına varmış, başını yerden alıp dizine koymuş, biraz sonra dev de uyanmış. — Bak oğlum Mahmut, ne kadar yatmışım böyle. — Evet baba, biraz yattın. Neyse oradan yürümüşler saraya gelmişler. Saraya gelince bu adam: — Oğlum acıktık, şu dağarcıkta un var. Fırını süpür. Fırın ısınana kadar hamuru kararsın. — Baba, ben bunları bilmem ki sen önce bir göster. Ondan sonra ben yaparım, beraber yeriz. — Peki, oğlum. Ondan sonra derviş tılsımıyla fırını açmış, içine girmiş. Girince oğlan kapağı kapatmış, kapatınca içeri cayır cayır alev almış. Adam içeriden: — Etme Mahmut, yapma Mahmut, yandım Mahmut, diyormuş ama Mahmut, korkusundan kapağı açamıyormuş. Aradan zaman geçmiş oğlan: — Şu fırını açıp bir bakayım. Ne oldu acaba, demiş. Fırının kapağını açmış, açınca ortalığa bir kül yığılmış. — Şu külü bir deşeyim. Sopayı küle batırmış. Sopaya koca bir zincir takılmış. Zinciri oradan çıkarmış, bakmış ki zincirin üzerinde kırk tane anahtar asılıymış. Bu, sakince anahtarları almış. Oradaki bir kapıyı açmış, bir şey var, öbürünü açmış bir şey var… Kapıların hepsinde de bir şey varmış. Kapının birini açmış ki ne görsün? Altın gibi sapsarı su akıyormuş. O su ile elini yüzünü yıkamış, saçına sürmüş. Birden saçının bir tarafı altın gibi olmuş. Bir kapı daha açmış. Oradan da gümüş gibi su akıyormuş. Orada da elini yüzünü yıkamış, saçına sürmüş. Bu sefer saçının bir tarafı altın, bir tarafı gümüş olmuş. Kapının birini daha açmış. Orada da iki kat elbise varmış. Elbisenin birini almış. Kapının birini daha açmış ki iki tane binek at varmış. Atın üzerindeki heybenin bir gözünü altınla, bir gözünü gümüşle doldurmuş. Eğerini almış. Eğeri yedi yerinden bağlamış, elbisesini giyinmiş, ata binmiş. Yola çıkacağı zaman kardeşine bir not bırakmış. Demiş ki: — Ey kardeşim Ahmet, eğer sağ olur da beni aramaya gelirsen, buraya rastlarsan şu kapıyı aç, altın var; şu kapıyı aç, gümüş var, elbise var, at var. Beni takip edecek olursan; poyrazı takip et, gel.  Mahmut, kapıyı kilitleyip yola çıkmış. Az gidip uz gittikten sonra, bakmış ki koca bir çınar ağacı: — Atı şuraya bırakayım da ben biraz yatayım, ondan sonra gideyim, demiş. Çınar ağacının dibine yatmış, tam uykuya dalacağı zaman bir gürültü kopmuş ama ses, gökleri yıkıyormuş. Kafasını kaldırıp bakmış ki ne görsün? Kocaman bir ejderha yılanı, çınar ağacına sarılmış yukarı doğru gidiyormuş. O ağaçta Ankayızümrüt kuşunun yavruları varmış. Bu ejderha her sene yavru kuşları yermiş. Oğlan kılıcını çekmiş, ejderhayı öldürmüş. Bu arada yavruların sesini, anneleri duymuş. Anne kuş, yavrularını yiyen düşmanının üzerenine atmak için koca bir kayayı kanadına bağlamış. Oğlan da ejderhayı öldürdükten sonra geri aynı yerine yatmış. Ankayızümrüt kuşu, oğlanı düşmanı sanmış. Tam kayayı bırakacağı zaman yavruları: — Ey anne! O bizim düşmanımız değil, dostumuz. İşte bizim düşmanımız yerde, demişler. Ankayızümrüt kuşu yere bakmış ki kocaman bir ejderha yerde yatıyormuş. O zaman kanadındaki kayayı yere bırakmış. Oğlan uyanmış ki karşısında kocaman bir kuş varmış. Kuş demiş ki: — Ey insanoğlu! Dile benden ne dilersen. — Sen bir kuşsun, ben senden ne dileyeyim, sağlığını dilerim. — Sağlığımdan sana fayda yok, dile dileğini. — Ben senden ne dilerim. Bir çift yavru dilerim. Birini şimdi, birini gelecekte. — Vay insanoğlu! Çok kötü istedin. Kırk senedir yavru çıkarırım, ejderha onları her sene yerdi. Çocuklarım ölürdü. Ölmesindense yavrumu sana veririm daha iyi. Ankayızümrüt kuşunu almış. Aradan uzun bir müddet geçtikten sonra bir yere varmış. Bakmış orada bir su akıyormuş. Suyu görünce: — Susamışım. Atı şuraya bağlayayım da bu suyun ormanda çeşmesi vardır, içeyim, demiş; ormana doğru gitmiş. Giderken bir inilti duymuş ama ses yeri göğü yıkıyormuş. Varıyor bakıyor ki ne görsün? Aslanın ayağına yarman* batmış. O da cerahatlanmış, aslana çok acı veriyormuş. Cerehati boşaltmak için aslanın yanına yavaşça gelmiş ayağına kılıcını batırmış. Aslan demiş ki: — Ey insanoğlu! Elime geçsen de iki çeksem, bir yırtsam.  Pislik akıp da rahatlayınca. — Elime geçsen de dünyalığını versem, ahretliğine karışmasam. — Ben buradayım. — Dile, dileğini benden. — Senden ne dileyeyim, sen bir aslansın. — Sen dile, dileğini. — Ne dileyeyim? Sağlığını dilerim. — Yok. Sağlığımdan fayda yok, dile dileğini. — Bir çift yavru isterim; birini şimdi, birini gelecekte. — Tamam. Aslan kükremiş. Bütün yavrular gelmiş, oradan bir tane aslan almış. Adam, aslan oğluna demiş ki (kaplan dayısı varmış): — Dayına git söyle. Bir çift yavru versin. Birini şimdi birini gelecekte. Kaplan kükremiş. Kaplanlar toplanıp gelmiş. — Dayı bir çift yavru vereceksin. Biri şimdi, biri gelecekte. — Tamam yavrum. Aslan, kaplan, Ankayızümrüt kuşu üçü bir arada gidiyorlarmış. Az gidip uz gidip epey bir müddet gittikten sonra bakmışlar ki bir dağın eteğinde bir şehir cayır cayır yanıyormuş. — Ben bu şehirde kalayım, bu şehir ölü şehir. Halilbaba gibi bir yere, aslanı, kaplanı, Ankayızümrüt kuşunu, atı bırakmış. Yalnız attan iki tüy almış. At tılsımlıymış. Atın tüyünü birbirine sürtünce at geliyormuş. Onlar da atla beraber geliyormuş. Bu şehre doğru giderken önüne bir koyun sürüsü gelmiş. Çobana: — Selamünaleyküm. — Aleykümselam. — Bana bir toklu* vereceksin etlik. — Baba ben sana nasıl vereyim, hepsinin sahibi var. — Eti sana, derisi bana. Yav kardeşim burada toklu* kaç para ediyor. — Elli lira. — Al sana yüz lira, daha var mı diyeceğin? — Yok, daha ne diyeyim. Oradan koyunu kesmişler. — Elbiseleri de değişelim. — Tamam, değişelim. Elbiseleri de değişip yola çıkmış. Bir de çobanın azık çıkısı varmış, onu da almış. Sıcak beynine çökünce deriyi kafaya geçiriyormuş. Deriyi kafaya geçirince Keloğlan olmuş. Yoluna devam etmiş. Gide gide bir sura varmış. Bu surun bahçe kapısı yokmuş, penceresi yokmuş. İçeriye girmek istemiş. Giriş yeri aramayla bulunacak gibi değilmiş. Bakmış ki kanaldan su gidiyormuş. Demiş ki: — Bu suyun içine bir dalarsam diğer tarafa geçebilirim, demiş. Suya atlamış. Diğer tarafa geçmiş. Elbiseleri ıslanmış. Islak elbiselerini çıkarmış yalan yanlış kurutmuş. Deriyi tekrar kafasına sarmış. Gölün kenarına oturmuş. Orada biraz durunca üstü başı iyice kurumuş, gezmeye başlamış. Gezerken bunu padişahın bahçıvanları görmüş: — Sen ne geziyorsun burada? İns misin, cin misin, deyip vurmaya başlamışlar. Sonra içlerinden biri: — Arkadaşlar, niye dövüyorsunuz? En iyisi bekçi başına götürelim, demiş. Almışlar bunu, bekçi başına götürmüşler. — Bekçibaşı! Bu, padişahın bahçesine girmiş; bunu, falanca gölün kenarında yakaladık. — Sen ne geziyorsun burada? — Yav kardeşim! Açım, geldim. Düştüm buraya. — Atın bunu dışarıya. — Etme, ekmeğinizin ufaklarıyla yine beslenirim. Etme senin atını tımar ederim, atına bakarım, sana hizmet ederim. Sen de mi beni kovuyorsun? — Dokunmayın da artan yemekleri de o yesin. Keloğlan’ı orada bırakmışlar. Artık epey müddet geçince bahçıvanbaşıyla samimi olmaya başlamışlar. Padişahın üç tane kızı varmış, bu kızlara her gün üç deste gül gidermiş. — Bugün de ben götüreyim bahçıvanbaşı. — Hadi oradan bizim götürdüğümüzü beğenmiyor da seninkini mi beğenecek? — Ben toplayayım da o beğenmesin. Onlar, o tarafa gidince; o, bu tarafa gitmiş. Her gülden birer tane almış. Bir tüy bu yandan çekmiş, bir tüy o yandan çekmiş, gülleri altınla gümüşle bağlamış. Bunları tabağa koymuş, üstünü örtmüş. Bahçıvanbaşına götürmüş. — Tamam Keloğlan, bugün de sen götür de azarı sen ye. Keloğlan götürmüş, gülleri cariyeye vermiş. Cariye, kızlara götürüp verince küçük kızın gözü açmış. Bakmış ki her gün iple bağlı olan çiçek bugün altınla, gümüşle bağlıymış. Cariyelere: — Kim getirdi bu gülü? — Bir Keloğlan getirdi. — Çağırın şunu gelsin. — Tamam. Birlikte oturmuşlar. — Hazır kaz var mı? Kazı yağda kızartın getirin, demiş kız. — Tamam efendim. Kazı güzelce yağda kızartıp getirmişler. İçerisine de bir tutam altın koyup, tepsinin üstüne koymuşlar. Üstünü de kapatıp Keloğlan’ın eline vermişler. Alıp gelirken altınları yola saçmış, birini koynuna sokmuş. Kazı da atmış. Bahçıvan başının yanına gelmiş. — Ne oldu Keloğlan? Geçmiş olsun. — Bana “vak vak” diyen bir şey verdiler. Bir de sarı sarı, nal mıh kırığı* gibi bir şey verdiler. Ben de şehirden geçerken yola attım. Çocuklar bir topladı ki. — Padişahın evinde nalmık kırığı ne gezer. Nasıl bir şeydi? — Sarı sarıydı. Dur, şurada bir tane vardı. — Bu ne? — Nalmık kırığı. — Gözün kör olsun! Ne nalmık kırığı altın, bu altın. — Ben böyle altını bilmem. Bir tutamdı hepsini attım. — Bir daha ne verirlerse onu al gel. Tamam mı? — Olur. Ertesi gün, yine gülleri bağlayıp götürmüş. Yine kaz kızarttırıp içini altınla doldurup buna vermişler. Almış, bahçıvan başına gitmiş. Bahçıvan başı bakmış ki altın. Kendisi gittiğinde böyle bir şey vermiyorlarmış. Ertesi gün, yine Keloğlan çiçek toplayıp götürmüş. Küçük kız ,Keloğlan’ı yanına çağırmış: — Keloğlan bahçıvan başına selam söyle, havuzu temizlesinler. Seni de başına bekçi diksinler. Biz şu saatte geliriz. Onlar da bahçenin diğer tarafına gitsinler. Keloğlan gitmiş, bahçıvan başına küçük kızın dediklerini söylemiş. Onlar da hemen yıkayıp temizlemişler. Keloğlanı başına bekçi bırakmışlar. Onlar çekip gitmiş. Keloğlan onları beklemeye başlamış. Kızın dediği saat gelip de geçince herhâlde bunlar gelmeyecek diye kafasındaki deriyi çıkarıp suya dalmış. Bu sırada faytonla kızlar gelmiş. Küçük kız uyanık ya. — Siz burada durun, ben havuza bakıp geleyim, demiş. Altının, gümüşün parıltısı ağaçlarda belli oluyormuş. Oradan eğile eğile gidip bakmış ki bir tarafı altın, bir tarafı gümüş aslan gibi bir delikanlı suda yüzüyormuş. Kız, delikanlıyı çok beğenmiş. Geri gidip diğerlerine haber de vermemiş. Kız, oğlana seslenince oğlan aceleyle sudan çıkmış. Deriyi kafasına geçirmiş. Elbisesini bağrına basıp, kaçıp gitmiş. Oradan kız da kardeşlerinin yanına dönüp geri gitmiş. — Bacım niye geciktin? — Kimse var mı diye şöyle dolandım. Neyse, bunlar gelmiş. Biraz yalan, yanlış yıkanıp gitmişler. Keloğlan yine ertesi gün çiçek götürmüş. Kız, Keloğlan’a: — Bahçıvanbaşına selam söyle, üç tane karpuz göndersin. Bir tanesi çürük, içini yemiş olsun. Biri yarı çürük, yarı sağlam; biri de, bıçağı vurunca ortadan bölünsün. Bu şekilde üç tane karpuz isterim. Yarın babamın daveti var. Vezirleri, akıldaneleri gelecek. Neyse ertesi gün bunlar toplanmış, bahçıvanbaşı üç tane karpuz getirmiş. Yemek yenince karpuzu kesmişler. Kesilen ilk karpuz çürük çıkmış. — Bu ne demek, demişler. Diğerini kesmişler; yarısı çürük, yarısı sağlammış. Sonuncusu tam yemelikmiş. Padişahın korkusu ortalığı sarmış. İçlerinden biri çıkmış: — Padişahım sağ olsun! O kestiğin büyük karpuz; büyük kızın, onun zamanı geçmiş. İkinci kestiğin ortanca kızın, onun da zamanı geçmek üzere. Üçüncü kestiğin karpuz küçük kızın, tam yemelik. Bunları evlendirsene ne duruyorsun. — Zorla mı vereyim? Nasıl vereyim? — Allah’ın emriyle ver. Şimdi yediden yetmişe herkese veririz. Kızlara da bir altın top yaptırırız. Kimin kafasına bırakırlarsa onunla evlenirler. Tellâl bağırtmışlar: — Atına, itine güvenen kim varsa merasim var. Padişahın kızı kimi beğenirse onun başına altın top bırakıyormuş, onunla evlenecek… Yediden yetmişe herkes sarayın önünden geçmiş. Büyük kız, altın topu büyük vezirin oğluna; ortanca kız, küçük vezirin oğluna atmış. Küçük kız ise herkes geçmesine rağmen altın topu kimseye atmamış. Padişah: — Kimse kaldı mı? — Padişahım senin bahçıvanların kaldı. Bahçıvanbaşı ile Keloğlan da meydana gelmiş. Keloğlan en arkadaymış. Kız, Keloğlan’ı görünce altın topu ona atmış. Bahçıvanbaşı itiraz etmiş: — Kız bana attı topu ama Keloğlan ileri çıkınca ona değdi, demiş. Bakmışlar bu böyle olmayacak: — Tek tek geçin, demişler. Bahçıvanbaşı da dâhil herkes tek tek geçmiş; kız, topu kimseye atmamış. En sona Keloğlan kalmış. Kız altın topu Keloğlan’a atmış. — Padişahım Allah’ın emri böyleymiş. Kızını vereceksin. — Yahu, nasıl olur da ben, benim kapımın bekçisine kız veririm. Gelecek yer, yok gidecek yer yok. Kaz damını temizleyin de bunlar orada yatsınlar bari. Bunlara bir sandık ve bir kat da yatak vermişler. Bunlar orada yaşamışlar. Padişah bu düşünceyle hastalanmış. Doktorlar, hekimler, hacılar, hocalar getirmişler. Bir çare bulamamışlar. Demişler ki: — Bu ancak aslan eti ve kaplan sütüyle iyi olur. Bunun başka çaresi yok. Doktorlar böyle deyince vezirlerin uşakları altın, at, asker, silah alıp yola çıkmışlar. Keloğlan küçük kızla arasına tahta koymuş ve demiş ki: — Bu benim tılsımım. Ben senden yana dönersem benim ciğerime uğrasın. Eğer sen benden yana dönersen senin ciğerine uğrasın. — Bu ne keramet? — Hele buna da sabır. Git, annene söyle; bana bir at versin, ben de gideyim. Kıza da beş kuruş para vermiş. Bir de saman selesi istemiş. Kız atla beraber saman selesini de alıp gelmiş. Bu giderken şehir çocukları gülerek “Padişahın kel damadı ava gidermiş.” deyip taşlamışlar. Bu seleyi kafasına tutmuş, kendini korumuş. Şehri çıktıktan sonra atı güvermiş*. Tüyü, tüye sürtmüş. Kır at gelmiş. Üstünde Ankayızümrüt kuşu, bir yanında aslan, bir yanında kaplan eğilip dizlerinden öpmüşler. Doğrulup gözlerinden öpmüşler. Atın yedi yerinden eğerini bağlamış. Demiş ki: — Şuraya gece bir odun yığsak. Aslan, kaplan bir odun kesmişler. Dağ gibi odun yığmışlar. Bu odunları yakmışlar. Vezirlerin uşakları az gidip uz gittikten sonra bu ateşi görmüşler. — Şu ateşe bir gidelim, demişler. Oraya vardıklarında bakmışlar ki aslan sürüsü de orada kaplan sürüsü de orada. Bir de aslan gibi bir delikanlı başlarında oturuyomuş. Kamçıyı yere sermiş. Bir de dev gibi Ankayızümrüt kuşu uçuyormuş. — Selamünaleyküm. — Aleykümselam. — Yahu bizim aradığımız buradaymış da bizim geze geze ayaklarımız delindi. — Ne oldu? Geçmiş olsun. — Hiç sorma, bizim padişahın küçük kızı vardı. O da Keloğlan’a vardı. Ona yana yana, bu derde tutuldu. Bu hastalıktan da ancak aslan etiyle, kaplan sütüyle iyileşir dediler. — Ondan kolay ne var. — Keşke senin gibi bacanağımız olaydı. — Var ama kaz damında. — Arkadaş bize aslan etiyle, kaplan sütünü ver. Ne istiyorsan verelim sana. Bunları bize sat. — Yok, ben bir şey istemem. Şu atın nalıyla g…ünüze birer damga vurayım, tamamdır. — Olmaz arkadaş, sana ağırlığınca para verelim. — Yok benim âdetim. Şu nalı kızdırır, g…ünüze basarım ondan sonra tamam. Büyük vezirin oğlu demiş ki: — Parayla vermiyor buraya kadar geldik, boş gitmeyelim. Hem kim bilecek bu olayı? Keloğlan nalı ateşe atmış. Bunların g…lerine birer damga basmış. Bunların istediği aslan etiyle kaplan sütünü vermiş. Bunlar çekip gitmişler. Bu sırada bir de padişahın düşmanları savaş açmış, toprak istemişler. Padişah demiş ki: — Benim kimseye verecek toprağım yok. Eğer onun harbi varsa benim de harbim var, demiş. Savaş zamanı gelmiş ve bunlar harbe tutuşmuşlar. Keloğlan hanımına demiş ki: — Git annene söyle de bir at versin harbe ben de gideyim. Bir de beş kuruş vermiş, saman selesi almasını istemiş. Buna bir topal at vermişler. Şehirden geçerken çocuklar bunu taşlamış. Bunun selesi paramparça olmuş. Şehir dışına çıkınca tüyü, tüye sürtmüş. Aslan, kaplan, Ankayızümrüt ve kır at gelmiş. Kır atı, yedi yerinden kol bağlamış. Varmış bakmış ki iki asker çarpışıyormuş. Bu oğlan, padişahın askerleri yenilmek üzereyken gelip düşman askerlerini bozguna uğratmış. Padişah, tepeye çıkıp bakmış ki yenilmek üzere olan orduyu bir yiğidin kurtardığını görmüş. Akşam olmuş. Padişah bunun yanına gitmiş: — İns misin, cin misin? — Ne insim, ne cinim. Seni, beni yaratan Allah’ın kuluyum. Senin düşmanlarınla savaşın olduğunu babam duymuş beni sana yardıma gönderdi. Ben İran padişahının oğluyum. — Hadi bakalım, adam burada durur mu? Eve gidelim. — Ben askerleri burada bırakıp da gitmem. Ben düşmanla harp edeceğim ondan sonra gelirim. — Etme oğlum, yapma! — Yok baba. — Allah, senin gibi bir oğul vermedi ya, bir damat da vermedi. — Var ama kaz damında. Padişah hiçbir şey anlamamış. Oradan eve gelmiş. — Hanım, İran Şahı benim harbe tutuştuğumu duymuş, oğlunu bana yardıma göndermiş. Aslan, kaplan, Ankayızümrüt, kır at kendi de bir taraftan girip kâfirleri dağıttılar. Lâkin orada çayır gibi bir yere konakladı. Eve getiremedim. — Etme padişahım misafir orada kalır mı? — Yahu ne yapayım gelmedi işte. — Ne yaptınız, ne konuştunuz? — Ben dedim ki, “Allah senin gibi bir oğlan vermedi ya, senin gibi bir damat da vermedi.” O da bana, “Var ama kaz damında.”, dedi. — Padişahım, bu Keloğlan olmasın. — Git işine hanım! Keloğlan kim, o kim? Adamın bir tarafı altın, bir tarafı gümüş, tosun gibi de bir atı var. Keloğlanla onu eş mi ediyorsun? Ertesi gün olmuş yine savaşa tutuşmuşlar. Keloğlan aslan, kaplan, Ankayızümrüt ve kır at yine gelmiş. Düşmanı darmadağın etmişler. Padişahın yanına gelmiş. Padişah demiş ki: — Hadi bakalım, eve gidiyoruz.  O ara bakmış ki oğlanın bileği kanıyormuş. Padişah, küçük kızının kendisine yedi senede işlemiş olduğu mendili çıkarıp Keloğlan’ın yarasını sarmış. Oradan padişah gelmiş. Bir müddet sonra da oğlan gelmiş. Yiyip içip ondan sonra da yatmış. Bir de hanımı köşede otururken bakmış ki oğlanın kolunda kendinin babasına işlediği mendil varmış. Kız: — Anne, anne! — Ne var? — Anne, ben babama bir mendil işlemiştim ya, o mendili babam ne yapmış bir sor. — Tamam, sorarım kızım. Kadın, padişahın yanına gitmiş: — Padişahım, kızın sana bir mendil işlemişti ya, o mendili ne yaptın? — Ah sorma hanım! O mendili, o babayiğidin koluna bağladım. — Allah Allah! — Ne oldu? — Bu bizim Keloğlan o zaman. — Deme. — Dedim, gitti. Hemen çıkıp bakmışlar ki Keloğlan’ın kolunda kendi bağladığı mendil duruyormuş. Keloğlan’ı uyandırmadan sedye ile saraya getirmişler. Oraya varıp da biraz daha uyuyunca kalkıp bakmış ki hanımıyla saraydalarmış. Keloğlan: — Hanım, kalk! — Niye? — Saraya gelmişiz. Baban görürse öldürür bizi. Oradan padişah kapıyı vurmuş, içeriye gelmiş. — Yok oğlum, yok. Orası sizin, demiş. Onlar da yiyip içip hoş muradına geçmişler. Oğlan: — Padişahım! Ben, benim hırsızlar için buradayım, demiş. — Oğlum, senin hırsızların kim? — Biri büyük vezirin oğlu, diğeri de küçük vezirin oğlu. — Oğlum, bunlar hiç dışarıya gurbete de çıkmadı. Bunlar nasıl hırsız olurlar? — İnanmazsan aç, arkalarına bak. Açmış, bakmış ki nal damgaları varmış. — Tamam oğlum, bunlar senin kölelerin. Bunların bacıları da senin hizmetçilerin. Bunlar sana hizmet edecek. Bunlar, yiyip içmişler. Tekrar kırk gün, kırk gece düğün etmişler. Aradan epey bir zaman geçince oğlan: — Padişahım! Benim de annem var, babam var. Ben gidip bir onlara bakayım da geleyim, demiş. Yola koyulmuş. Giderken bir belde varmış. O beldede Allah tarafından nida gelirmiş. Allah tarafından bir nida gelmiş: — Ey oğlum Mahmut! Yukarı bak, demiş. Mahmut, dalgın dalgın yukarı bakmış ve dizine kadar taş olmuş. Oysaki “Lailaheillallah” deseymiş, kurtulurmuş. Bir daha: — Ey oğlum Mahmut! Yukarı bak, demiş. Aslan da, kaplan da, Ankayızümrüt kuşu da, kır at da kendi de taş olmuşlar. Donup kalmışlar. Kardeşi Ahmet’in annesi ve babası ölmüş. Tahtı da dağılmış. Kimsesi kalmayan Ahmet: — Gidip bari kardeşim Mahmut’u bulayım, demiş. Mahmut’un elbise aldığı yerden elbise almış. Aslanı, kaplanı, Ankayızümrüt kuşunu almış. Bir de padişaha müjdeci olmuş. — Padişahım! Damadın geliyor, diye karşılamaya gidiyorlar. Yemişler, içmişler; akşam olmuş, yatmışlar. Eve gidince Ahmet kılıcı, Mahmut’un karısı ile kendi arasına dikmiş: — Sen benim gelinimsin, ben Ahmet’im. Sen kardeşimin hanımısın. Oradan kalkmış kendine ayrı bir yatak yapmış. Sabahleyin kalkmış kız, babasına: — Baba, baltayı taşa vurduk. — Niye kızım? — Bu Mahmut değil, kardeşi Ahmet imiş. Padişah ve yakınları, Ahmet’ten özür dilemişler. Ahmet: — Özrün zamanı değil. Bana müsade edin de ben kardeşimi aramaya gideceğim, demiş. Yola çıkmış. Epey bir gittikten sonra nida gelen o beldeye gelmiş. — Ey oğlum Ahmet! Yukarı bak. Bakmış ve “Lailaheillallah Muhammederrasüllullah” yazıyormuş. Üç kere tekrarlamış, üçüncüde okumuş. Bunlar cana gelmiş. Kardeş, kardeşle; aslan, aslanla; kaplan, kaplanla; Ankayızümrüt, Ankayızümrüt kuşuyla; kır at da kır atla kavuşmuşlar. Kavuştuktan sonra Mahmut: — Kardeşim, memleketimizden ne var, ne yok? — Kardeşim, annemiz ve babamız öldü. Yuvamız yıkıldı. Tacımız, tahtımız dağıldı. Orada bir şeyimiz kalmadı. — Orada kalmadıysa burada var. Dönüş yolunda kör şeytan, Ahmet’in aklını çelmiş. Bütün mala mülke konmak istemiş. — Kardeşim, sen git de ben geliyorum, demiş. Az öne çıkınca kılıcını çekiyor, tam vuracakmış ki kalbine bir hikmet gelmiş: — Varın, yokun bir kardeşin var. Onu da vurunca hâlin nice olur? Sen nerede kalırsın, demiş. Orada kılıcı indirmiş. Mahmut’un yanına gitmiş. Şehre yaklaşınca padişaha, damadın yanında kardeşiyle geliyor, diye müjdeci gitmiş. Yemişler, içmişler. Mahmut: — Bu kardeşimin hâli nice olacak padişahım? Ona da büyük vezirin kızını almışlar. Kırk gün, kırk gece düğün yapmışlar. Yiyip, içip, hoş muradına ermişler. Onlar ermiş muradına, darısı cümlemize. *toklu: 1. Altı aylıkla bir yaş arasındaki kuzu; 2. İki yaşındaki kuzu. *nal mık kırığı: Ufak tefek demir parçaları. *dağarcık: Çanta. * yarman: Yalman, mızrak ucu. *güvermek: (koyuvermek) Salmak, salıvermek,  bırakmak  
AKILLI OĞLAN İLE DELİ OĞLAN
İç Anadolu Bölgesi
Sivas
Bir varmış, bir yokmuş. Allah’ın kulu çokmuş. Çok söylemesi de büyük günahmış. Bir akıllı oğlan ile deli oğlan varmış. Bu iki kardeş, analarına: — Ana biz çalışmaya gidiyoruz, deyip evden ayrılmışlar. Az gitmişler uz gitmişler. Gide gide bir eve gelmişler. Bu evde bir dul kadın yaşıyormuş. Kardeşler, dul kadına: — Biz senin koyunlarına çoban olalım, demişler. Kadın: — Koyunları ne kadar altına güdersiniz, demiş. Akıllı oğlan: — Üçer kepçe altına güderiz, demiş. Kadın: — Benim şu keçim hamile. Keçi kuzulayıncaya kadar güderseniz, size üçer kepçe altın veririm, demiş. İki kardeş, kadının şartlarını kabul ederek koyunları gütmeye başlamışlar. Aradan iki, üç ay geçmiş. Bir gün iki kardeş koyunları güderken kar yağmaya başlamış. Akıllı oğlan, deli oğlana: — Deli oğlan, git de bize ekmekle benim de çarığımı, çorabımı getir, demiş. Deli oğlan eve gelip ekmekle kardeşinin çarığını, çorabını almış ve koyunların yanına doğru yola düşmüş. Koyunların yanına gelirken aç bir köpek görmüş ve ekmeği aç köpeğe vermiş. Az ilerleyince de bir kargaya rastlamış. Elindeki çorabı, çarığı da üşümüş olan kargaya vermiş: Deli oğlan, kardeşinin yanına gelince: — Ekmeği acıkmış olan bir köpeğe; çarığı, çorabı da ayakları çok üşümüş olan bir kargaya verdim, demiş. Akıllı oğlan: — Deli oğlan sen koyunların yanında dur da ben gidip çoraplarımı alıp geleyim, demiş. Akıllı oğlan, koyunların yanından ayrılınca deli oğlan, tüm koyunları bir armut ağacının altında toplamış ve koyunlara: — Koyunlar, ben şimdi ağacı sallayacağım. Yere düşen yaprakları siz yiyin, armutlarını bana bırakın, demiş. Armut ağacına çıkan deli oğlan, bütün gücü ile ağacı sallayıp aşağıya inmiş. Aşağı inince bakmış ki koyunlar yere düşen armutları hep yemişler. Armutların yenmesine çok kızan deli oğlan, koyunların hepsini kesmiş. Sadece keçiyi kesmemiş. Çünkü armudun biri keçinin boynuzuna takılmış. Deli oğlan da bunu görünce keçinin kendisi için armut sakladığını düşünmüş. Birkaç saat sonra akıllı oğlan koyunların yanına gelmiş. Koyunların kesilip yerde yattığını gören akıllı oğlan, kardeşine kızarak: — Ne yaptın böyle, deli oğlan, demiş. Deli oğlan: — Onlar benim armudumu yediler. Sadece bu keçi bana armut sakladı. Ben de armudumu yiyenlerin hepsini kestim, demiş. Akıllı oğlan: — Bu böyle olmaz. Gel şu koyunları ağıla taşıyalım. Keçinin ayağına da bir tavşan bağlayıp keçi kuzuladı diye kadından hakkımızı alalım, demiş. İki kardeş bütün koyun ölülerini ağıla taşımılar. Keçinin ayaklarına da bir tavşan bağlayıp kadının yanına gelmişler: — Senin keçi kuzuladı. Bizim hakkımızı ver de biz gidelim, demişler. Dul kadın, kızına: — Kızım git bak bakalım, keçinin oğlağı güzel mi, demiş. Kız, keçinin yanına gelmiş. Tavşan kızı görünce kaçmaya başlamış. Kız tekrar evine gelip annesine: — Bir güzel oğlağı var ki, demiş. Kadın bunun üzerine akıllı oğlana üç, deli oğlana iki kepçe altın vermiş. Deli oğlan, akıllı oğlana: — Yok, ben senden daha çok koyun ölüsü çektim. Ben iki kepçe altını kabul etmem, demiş. Akıllı oğlan: — Sus, deli oğlan! Al bu üç kepçe altın da senin olsun, demiş. Deli oğlan altınların hepsini almış. Dul kadın iki kardeşe yolda acıkınca yemeleri için azık hazırlamış. İki kardeş kadınla helâlleşmişler. Kadından haklarını alan kardeşler, yola çıkmışlar. Az gitmişler, uz gitmişler, bir dağın başına gelince ateş yakıp oraya yatmışlar. Kadın sabah olunca ağıla girmiş. Ağıla bir bakmış koyunların ölüsünü görmüş. Koyunlarından olan kadın, en azından altınlarını kurtarmak için bunların peşine düşmüş. Biraz yol yürüdükten sonra iki kardeşin yaktığı ateşi görmüş. Koşarak ateş yanan yere gelmiş. İki kardeşe: — Koyunlarımın hepsini öldürmüşsünüz. Bari benim paramı verin, yoksa sizi nacakla keserim, demiş. Akıllı oğlan, dul kadına: — Boşuna seninle dövüşmeyelim. Gel şu ateşin etrafında dönelim. Bu ateşe kim basarsa o altınlardan vazgeçsin, demiş. Kadın: — Tamam, deyince hepsi ateşin etrafında dolanmaya başlamışlar. Bu iki kardeş, kadını orada bırakıp kaçmışlar.  Sonra da oradan uzaklaşmışlar.   Köylüler bu iki kardeşi yolda karşılamışlar. Herkes bunlara, hoş geldin ediyormuş. Deli oğlan, akıllı oğlana: — Sen burada dur da ben gideyim anamı müjdeleyeyim, deyip evlerine gitmiş. Eve gelince tandırdaki suyu görmüş. Deli oğlan, anasına: — Ana, bu su ne, demiş. Anası: — Başımı yıkayacağım, demiş. Deli oğlan: — Sen dur, ana. Ben suyu getireyim de başına dökeyim, demiş. Suyu kaptığı gibi anasının başına dökmüş. Anasını sıcak su ile haşlayıp öldürmüş. Deli oğlan anasını götürüp yatağına yatırmış ve eline de bir tane yufka dürümü yapıp vermiş. Deli oğlan tekrar kardeşinin yanına gelerek: — Kardeş, anamı yıkandırıp yatağına yatırdım. Eline de yufka dürümü verdim, demiş. Akıllı oğlan: — Deli oğlan, anamı öldürmeyesin, deyip eve koşmuş. Eve gelince bir de ne görsün? Anası çoktan ölmüş. Deli oğlan da kardeşinin anasını öldürdüğü haberini köye yaymış. Suçu, güya kardeşine yükleyecekmiş. Köylüler akıllı oğlanı jandarmaya şikâyet etmişler. Jandarma gelip akıllı oğlanı götürürken; akıllı oğlan, deli oğlana: — Bak ben gidiyorum. Kapıya, bacaya sahip ol, demiş. Deli oğlan: — Tamam, demiş. Akıllı oğlan ile jandarmalar gidince deli oğlan; kapıyı sırtına, bacayı başına alarak hapishanenin önüne gelmiş. Bunu gören kumandan, deli oğlana acıyıp akıllı oğlanı serbest bırakmış. Serbest kalan akıllı oğlan, deli oğlana: — Ne bu hâlin, demiş. Deli oğlan: — Sen dedin ya; kapıya, bacaya sahip çık. Ben de sahip çıktım işte, demiş. Deli oğlanın hâline gülen akıllı oğlan, kardeşini alıp eve getirmiş ve yaşamlarına devam etmişler.
AK YILAN KARA YILAN
İç Anadolu Bölgesi
Sivas
Bir varmış, bir yokmuş. Bir fakirin, bir oğlu varmış. Demiş ki: — Yavrum, şu bileziği götür, sat; azcık yiyecek getir. O zamanlar kıtlık varmış. Çocuk yiyecek almak için gittiği yerde bir kediyi astıklarını görmüş. — Niye asıyorsunuz bu kediyi, demiş. Demişler ki: — Bey oğlunun yemeğine battığı için asıyoruz. Oğlan: — Alın şu aldıklarımı, o kediyi bırakın, yazık, demiş. Eve gidince annesi: — Hani aldıkların yavrum, demiş. Oğlan: — Yarın verecekler anne, demiş. Bir sonraki gün, yiyecek getirmek için yine oraya gidiyor. Bu defa da bir köpek astıklarını görmüş: — Niye asıyorsunuz, diye sormuş. Demişler ki: — Bey oğlunun yemeğine battığı için asıyoruz. Oğlan: — Alın şu aldıklarımı bırakın şu köpeği, yazık, demiş. Oğlan eve giderken bir ak yılan ile kara yılanın dövüştüğünü görmüş. Ak yılanını aralayayım derken kara yılanı vurup öldürmüş. Orada ak yılan, bir kıza dönüşmüş. Kız, oğlana: — Tatlı canımı kurtardın, çok sağ ol. Gel, seni babamın yanına götüreyim. Babamın altı yılan, üstü insandır. Sana, “dile dilediğini” derse “dilinin altındaki mührü isterim” de. Sonra da üç defa sağlığını dile, demiş. Oğlan oraya gidince selam veriyor. Kızın babası: — Dile oğlum, ne dilersen, demiş. Oğlan: — Sağlığınızı dilerim. Kızın babası: — Sağlığımdan sana fayda yok. Başka bir şey dile. Kız: — Dilinin altındaki mührü iste, demiş. Oğlan: — Padişahım, dilinizin altındaki mührü isterim, demiş. Padişah, kızına: — Al, bu mührü ver, demiş. Kız mührü götürürken oğlana: — Bunun marifetini öğren de git, demiş. Oğlana mührü nasıl kullanacağını kız anlatmış. Önce mührü yalamasını istemiş. Oğlan mührü yalamış. Mührü yalayınca ortaya iki Arap çıkmış. Padişah, oğlana: — Emret bu Araplara, kuş sütü getirsinler, demiş. Araplar, kuş sütünü getirmişler. Sonra da eksiksiz bir sofra donatmışlar. Padişah, oğlana: — Ne dilersen bu Araplardan, onu yaparlar, demiş. Yemekleri yedikten sonra mührü oğlana vermişler. Oğlan onlara veda edip evinin yolunu tutmuş. Oğlan evine gelmiş annesine olan, biteni anlatmış. Oğlanın babası da zenginmiş fakat sonradan fakir olmuş. Oğlan, anasına: — Şu ambarlar babamın zengin olduğu zamandan daha dolu olacak, ambarlar buğday dolacak, demiş. Sabah olmuş, kadın bir de bakmış ki oğlunun dediği gibi her yer buğdayla dolmuş. Kadın şaşırmış, oğluna demiş ki: — Oğlum bu kadar buğdayı kimin evinden çaldın, bu iş nasıl oldu? Oğlan: — Ne yapacaksın anne? Sen ye, iç, otur. Sonra da bana şu padişahın kızını istemeye git, demiş. Oğlan, dilek taşına gidip dilek dilemiş. Annesi, oğluna: — Sarayda “niye geldin” derlerse, ne diyeyim oğlum, demiş. Oğlan: — Anne, dünür geldim de, bunda saklayacak bir şey yok ki, demiş. Annesi gidip: — Allah’ın emriyle padişahın küçük kızına dünür geldim, demiş. Padişah: — Şu Ali Dağ’ını görüyor musun? O dağ dümdüz olacak ya da oğlun ölecek. O dağ dümdüz olursa kızımı veririm, yoksa oğlun cellâtlık olur, demiş. Annesi ağlayarak eve gelmiş. Oğlan, annesine ne dediklerini sormuş. Annesi, padişahın istediğini söyledikten sonra oğlu mührü yalamış ve iki Arap çıkmış. Oğlan, Araplara: — Şu Ali Dağ’ını sabaha kadar dümdüz göreceğim, demiş. Oğlan sabaha kadar uyuyamamış. Sabah kalkıp baktığında dağın dümdüz olduğunu görmüş. Hemen padişahın yanına gitmiş. Padişah da kızını bu gence vermiş. Meğer padişahın kızı da kapısındaki hizmetçiyi seviyormuş. Neyse kızı davulla zurna ile gelin getirmişler. Kızın gözü, hizmetçide olduğu için yüzü hiç gülmüyormuş. Oğlanın annesi: — Yüzün neden asık? Dilinin altındaki sır neyse anlat, demiş. Oğlan: — Neden yüzünü astın hanımım, diye sormuş. Karısı da: — Ne yapayım? Geldim geleli bir marifetini anlamadım. Ne desen o geliyor, demiş. Oğlan: — Bu mührü yalarım, Araplar gelir; ben emrederim, onlarda yerine getirir. Ben ne dilersem onlar yapar. Benim marifetim budur, demiş. Kız bunu duyunca hemen hizmetçisinin yanına gidip her şeyi anlatmış. Hizmetçisi, kıza: — Saçını turşu küpüne batır, o hapşırınca mühür ağzından düşer, o zaman mührü al, demiş. Kız saçını turşu küpüne batırmış. Sonra da saçını oğlanın burnuna tutmuş. Burnuna turşunun kokusu gelince oğlan hapşırmış, mühür ağzından düşmüş. Kız mührü almış. Oğlanın yaptığı gibi yalamış. Araplar ortaya çıkmış. Kız, Araplara: — Falan yerdeki denizin ortasına konak yapıp benimle hizmetçimi oraya koyacaksınız, demiş. Sonra oğlan uyanmış ki ne karısı var ne de mühür var. Oğlan ne yapacağını kara kara düşünüyormuş. Bu sırada asılmaktan kurtardığı kedi ve köpek, oğlanın yanına gelmiş. Oğlana demişler ki: — Ağam! Başındaki iş nedir, sıkıntının sebebi nedir? Oğlan: — Ne yapacaksınız? Boş verin, siz merhem olacak adam değilsiniz, demiş. Kedi ile köpek: — Belki de oluruz, sen anlat bakalım, demişler. Oğlan, başından geçenleri bir bir anlatmış. Kedi ile köpek: — Haydi gidelim, demişler. Geliyorlar denizin kıyısına. Köpek, kediye: — Ben yüzerim, sen benim sırtıma bin, demiş. Kedi köpeğin sırtına binmiş, denizdeki eve gelmişler. Evin yanına ulaşmışlar. Evin camı da kırıkmış. Camdan içeri hoplayarak girmişler. Kedi içerde bir fare yakalamış. Fareye: — Süt kabın nerede, demiş. Fare: — İşte şurada, demiş. Kedi süte kuyruğunu batırıp kızın sevdiği hizmetçinin yanına gitmiş. Hizmetçinin ağzına kuyruğunu sürünce hizmetçi ağzını açmış. Kedi mührü almış, oradan hoplayarak çıkmış. Alacağını aldı ya, köpek demiş ki kediye: — Sen mührü bana ver. Sen ağzını açarsın, düşürürsün. Ben dişimi sıkarım, denize düşmez, demiş. Kedi köpeğin üstüne binip denizin kıyısına gelmişler. Oğlana mührü vermişler. Oğlan mührü yalamış. Araplar ortaya çıkmış. Karısıyla hizmetçiyi buraya getirmelerini emretmiş. Araplar kadınla hizmetçiyi getirmişler. İkisi birbirine sarılmış uyuyorlarmış, hiçbir şeyden haberleri yokmuş. Oğlan durumu göstermek için padişahı çağırmış. Padişah gelmiş, kızının durumunu görmüş. Oğlan: — Kızının marifetini görüyor musun, demiş. Padişah çok sinirlenmiş, kılıcı ile kızını ve hizmetçiyi oracıkta öldürmüş. Padişah bu defa da diğer kızını oğlana vermiş. Yedi davul gelmiş, yedi zurna gelmiş. Çalgılar çalmış, günlerce düğün olmuş.
ALİ İLE KARISI
İç Anadolu Bölgesi
Sivas
Bir varmış, bir yokmuş. Zamanın birinde, yaşlı bir adam ile karısı varmış. Bunlar çok fakirmiş. Bir gün bir çocukları olmuş. Adam, karısına: — Bu çocuğun adını ne koyalım, diye sormuş. Kadın da: — Adını Ali koyalım, demiş. Çocuğun adını Ali koymuşlar. Aradan yıllar geçmiş. Ali’nin babası ölmüş. Ali ile annesi ortada kalmış. Ali’nin evlenme çağı geldiğinden annesine: — Beni evlendir, demiş. Annesi de: — Oğlum biz fakiriz, ne ile, hangi parayla seni evlendireyim, diye sormuş. Ali : — Bir ineğimiz var. Onu satar, evlenirim, demiş. Bunu söyleyince annesi: — Bizim olan tek varlığımız, o kötü inek. Onu satarsak ortada kalırız. Bizim ne tarlamız ne de tamımız var, demiş. Fakat kadın bütün bunları söylese de Ali’nin ısrarlarına dayanamamış. İneği satmışlar. İnek fazla bir para etmemiş. Daha sonra kafalarına göre birisini bulmuşlar. O da fakirmiş. Ali onunla evlenmiş. Bu arada Ali fakirmiş ama hem zeki, hem yakışıklı hem de mert birisiymiş. O zamanlar başka bir köyde çok zengin köseler yaşarmış. Ali bu köselerden para istemeye karar vermiş. Parayla tarla alacakmış ve geçinmelerini sağlayacakmış. Köselerin yanına gitmiş. Köselere: — Siz zengin insanlarsınız, bana biraz para verin ben de tarla alayım, aileme bakayım, demiş. Köseler hâli vakti yerinde olmayan Ali’ye para vermeyi kabul etmişler. Fakat bir şart koşmuşlar. Ali’ye: — Sana üç yüz kuruş verirsek, beş yüz kuruş alırız, demişler. Ali bunu kabul etmiş. Parayı almış, köyüne gelmiş. Köyünde küçük bir tarla almış. Fakat aldığı paranın yanı sıra kendi cebindekini de katmış. Tarlayı daha sonra ekmişler, biçmişler. Aradan yıllar geçmiş. Fakat bir türlü kâr edememişler. Sadece karınlarını doyurabiliyorlarmış. Bu işin böyle gitmeyeceğini anlayınca Ali karısına: — Bu iş böyle gitmeyecek, beş kuruş paramız yok. Ben gurbete gideyim de çalışayım; para getireyim, cebimiz para görsün, demiş. Bir sonraki gün Ali’nin karısı erkenden kalkıp tandırı yakmış. Gurbete gideceği için Ali’ye yiyecek hazırlamış. Ali de kalkmış erzakını alıp yollara düşmüş. Ali az gitmiş, uz gitmiş dere tepe düz gitmiş. Dağda giderken yüksek bir tepenin başında bir kale görmüş. Kale çok büyük ve muntazam yapılmış. Uzun zamandır yürüdüğünden bu kalede konaklamaya karar vermiş. Kale kapısına yaklaşmış. Etrafta ağaçlar varmış ve her ağacın başında kelleler varmış. Ali bunları görünce korkmaya başlamış. Hemen kalenin kapısını çalmış. Kalenin kapıları çok büyükmüş. Kalenin içinden bir ses gelmiş. Kalede de bir dev yaşarmış. Dev: — Bugün rızkımız kendiliğinden geldi hanım, demiş. Kapıyı açmışlar, içeri almışlar. Ali, devi görünce biraz daha korkmuş. Devle merhabalaşmışlar. Dev sormuş: — Nereden gelip nereye gidiyorsun? Ali: — Ben fakir bir adamım. Çalışmaya gidiyorum. Eğer iş bulursam birkaç kuruş kazanıp evime döneceğim, demiş. Dev: — Buraya geldin ama buradan çıkış yoktur, gidemezsin. Daha önce buradan çıkan olmadı. Dediklerimizi yapacaksın, yoksa seni şu kazana atar yeriz, demiş. Ali çaresiz kabul etmiş. Devin de bir karısı ile bir kızı varmış. Ali’ye istediklerini yapmaya başlamışlar. Ali’yi yedirip içirmişler. Karnını tıka basa doyurmuşlar. Daha sonra bir leğen köpük getirip içirmişler. Ali’ye: — Eğer sabah yatakta herhangi bir iz bulursak seni yeriz, demişler. Ali çok korkmuş ama kabul etmiş. Devin karısı yatağı sermiş. Ali yatmış. Tabi içtiği köpük midesini rahatsız etmiş. Ali’nin karnı şişmiş, ağrımış. Yatağa kaçırsa bunu öldürecekler. Yapmasa o hiç olmaz, şaşıp kalmış. Onun için odada dolanarak ne yapacağını düşünmüş. Daha sonra düşünürken tavanda devin çizmelerini görmüş. Zor, güç onlara ulaşıp aşağıya indirmiş. İşini görüp çizmeleri yerine asmış. Yatağa yatmış. Sabah olmuş. Tabi devin karısı ile kızı hemen kalkmış. Tandırı yakmışlar. Çünkü bugüne kadar avları ellerinden hiç kaçmamış. Kazanı ateşin üzerine koymuşlar, sabırsızlıkla yemeği beklemeye başlamışlar. Dev, karısına: — Git, şu yatağa bak bakalım; bir şey var mı, diye sormuş. Devin karısı da hemen yatağa bakmaya gitmiş. Fakat yatakta hiçbir şey bulamamış. Kadın şaşırmış. Gelip deve: — Yatakta hiçbir iz bulamadım, bir leğen köpüğü içip nasıl durdu? Ben bu işten bir şey anlamadım, demiş. Dev de şaşıp kalmış. Ama anlaşmaya uymuşlar. Dev, Ali’ye: — Al şu bir kese altını! Sen dediklerini yaptın ben de dediklerimi yapıyorum. Bu altınla istediğini yapabilirsin, diyerek Ali’yi kaleden yolcu etmeye gelmiş. Fakat Ali, devin kendisine çektirdiği acıyı unutmayıp deve ceza vermeye karar vermiş. Devin aklını başına getirecek bir şeyler düşünmüş. Aklına iyi bir fikir gelmiş. Deve: — Benim bir çuvaldızım var gören heveslenir. Yatağımın kenarında kalmış. Ben gideyim onu alayım. Fakat çuvaldızımı görünce senin karın ve kızın heveslenir. Gözünü seveyim dev kardeş, ben vermiyor dediğimde sen ver diye bağır, demiş. Ali gitmiş. Dev dışarıda onu beklemiş. Karısı ile kızına: — Benimle beraber olacaksınız, demiş. Bu ikisi kabul etmemiş. Bağırmışlar. Dev bağırmalarını duyunca: — Verin, demiş. Ali her ikisiyle de beraber olmuş. Devin yanına gelmiş: — Çuvaldızımı çok sevdiler, zorla aldım demiş. Dev: — Yolun açık olsun, demiş. Dev olaylardan habersiz Ali’yi uğurlamış. Ali’yi, dev beni takip edebilir düşüncesi almış. — Ben bir adım atsam o daha büyük bir adım atar, bana yetişir, demiş. Onun için bir plan hazırlamış. Bir yeri eşmiş. Kuru bir odun bulmuş ve onu sivriltmiş. Eştiği yere saklanmış. Üstünü kapatmış. Odun parçasını üstüne dikmiş. Üzerine de “Ali ölmüştür, ruhuna Fatiha” diye yazmış. Beklemeye başlamış. Dev eve gitmiş. Evde karısı ve kızı yaşadıklarını anlatmışlar. Anlatınca dev sinirlenmiş. Karısına: — Çizmelerimi getir, hemen şunun peşinden gideyim, yakalayayım, demiş. Karısı çizmelerini getirmiş. Dev, giyer giymez içinde ne olduğunu görmüş. Daha fazla sinirlenip yollara düşmüş. Ali’nin saklandığı yere gelmiş. Dağın başında bir mezar. Üzerinde de “Ali ölmüştür” yazılmış. Dev şaşırmış. — Bu ne zaman öldü, ne zaman toprağa gömüldü, diye kendi kendine sormuş. Fakat öcünü alamadığı için üzülmüş. Mezarın üzerindeyken Ali, devin geldiğini anlamış ve kazığı ileri doğru itmiş. Kazık, deve saplanmış. Dev canı yandığı için bas bas bağırmış. Doğruca eve gitmiş. Karısı ve kızı devi görünce ne olduğunu sormuşlar. Dev de anlatmış. Sonra evlerine yolcu almamaya ve hiç kimseye kötülük yapmamaya karar vermişler. Evlerinde oturup hiç kimseye karışmamışlar. Ali köyüne dönmüş. Fakat evden ayrılalı iki, üç gün olmuş. Kapıyı dövmüş. Karısı açmış. Şaşırmış: — Ali, sen ne çabuk geldin! Daha gideli ne kadar oldu, diye sormuş. Ali başından geçenleri bir bir anlatmış. Karısı kurtulduğu için sevinmiş. Tüm bu olanlar yaşanırken üç köseler ise uğradıkları yerleri yok ediyorlarmış. Karşı gelenlerin ellerinden mallarını alıyorlarmış. Borç verdiklerinden iki kat para alıyorlarmış. Fakirin, fukaranın anasını ağlatıyorlarmış. Bunlar, Ali’nin çalışmaya gittiğini öğrenmişler. Paralarını almak için yanına gelmeye karar vermişler. — Köseler gelecek. Onları ağırlayacak ve paralarını vereceksin, diye haber gelmiş. Ali: — Başımın üstünde yerleri var, gelsinler, demiş. Ali’nin onları beklediğine dair haber gitmiş. Bu arada Ali ile karısı bir plan yapmışlar. Çünkü herkesin malına zarar veren köselere ders vermek istiyorlarmış. Daha sonra Ali dağa gitmiş. Ali, karısına: — Ben birazdan gelirim, demiş. Dağda iki tane tavşan yakalamış. İkisi de birbirine çok benziyormuş. Eve geldiğinde karısı: — Bunları ne yapacaksın, diye sormuş. Ali: — Bak, ben tarlaya çifte gideceğim. Tavşanlardan bir tanesi evde kalacak bir tanesi benimle gelecek. Daha sonra eve geldiklerinde beni sorarlarsa benim tarlaya gittiğimi söylersin. Oraya geldiklerinde ben onların paralarını vereceğim, demiş. Sabah olmuş. Ali çifte gitmiş. Köseler gelmiş. Kapıyı dövmüşler. Ali’nin karısı çıkmış. Köseler: — Ali nerede, diye sormuşlar. Karısı tarlada olduğunu söylemiş. Köseler, develerini eve bırakmışlar. Ali’nin yanına gitmişler. Köseler Ali’ye: — Biz sana misafir olmaya geldik. Duyduk ki hâlin vaktin yerindeymiş, demişler. Ali: — Eve haber göndereyim. Evde yemek hazırlasınlar, demiş. Bunların biraz ilerisinde bir maşlak varmış. Maşlağın içinde de tavşan varmış. Ali tavşanın ayaklarını ve gözlerini bağlamış. Tavşan içinde duruyormuş. Tabi köselerin bundan haberi yokmuş. Ali tavşanı almış. Ayaklarını ve gözlerini çözmüş. Tavşana: — Oğlum git, annene söyle, kuzuyu kızartsın, pilav yapsın, fasulye yapsın, demiş. Sonra tavşana vurmuş. Tavşan o vuruşun acısıyla dağa doğru kaçmış. Bu üç köseler birbirlerine bakmışlar. Şaşırmışlar. Hep beraber köye inmişler. Kapıyı dövmüşler. Ali’nin karısı kapıyı açmış. İçeri girmişler. Sofrayı kurmuşlar. Sofrada her şey varmış. Kuzu eti, pilav, fasulye… Daha sonra evde tavşanı görmüşler. Yine ayakları ve gözleri bağlıymış. Köseler tavşanı görünce şaşırmışlar. Neyse yemeklerini yemişler. Evde konakladıkları için yemeklerini yedikten sonra yatmışlar. Üç köseler aralarında konuşmuşlar. Tavşanı almaya karar vermişler. Ali’yi yanlarına çağırmışlar. Köseler Ali’ye: — Birkaç kuruş para verelim. Şu tavşanı bize sat. Çünkü biz çok geziyoruz. Bizim, eve haber gönderecek birisine ihtiyacımız var. Onun için tavşanı bize ver, demişler. Ali: — Gördünüz, benim de ona ihtiyacım oluyor. Benim eve haber götürüyor, demiş. Köseler: — Sen ne yapacaksın? Tek adamsın, hiçbir yere gitmezsin. Onun için bu hayvanı bize sat, demişler. Bunun üzerine Ali, karısına tavşanı vermesini söylemiş. Karısı itiraz etmiş: — Tavşanı veremem. Her yere onunla haber gönderiyorum, demiş. Köseler: — Ne kadar para istiyorsanız vereceğiz, demişler. Ali artık kabul etmiş. Yüksek bir fiyata tavşanı köselere satmışlar. Sabah olmuş. Köseler, develeriyle beraber köyü terk edip evinin yollarını tutmuşlar. Üç köseler memleketlerine gelmişler. Karılarına: — Şu gördüğünüz tavşan ne istersek onu yapıyor. Aynı insan gibi kime haber göndersek ona hemen iletiyor, demişler. Karıları, bunlara inanmamış. Köselere: — Siz delirdiniz mi? Öyle bir şey olmaz, demişler. Neyse, bu üç köseler tavşanı denemek için dağa çıkmışlar. Tabi tavşana evin yolunu gösterdikleri için eve dönebileceğini düşünmüşler. Tavşana: — Eve git bizimkiler yemek hazırlasın, demişler. İçlerinden bir tanesi de tavşana vurmuş. Tavşan can havliyle kaçmış. Bu üç köse dağ bayır gezdikten sonra eve gelmiş. Eve bakmışlar. Hiçbir yemek hazırlanmamış. Karılarına: — Tavşan buraya geldi mi, diye sormuşlar. Karıları: — Hayır, deyince bunlar şaşırmış. Durumu karılarına anlatmışlar. Onlar: — Adam sizden daha akıllı olduğu için sizi kandırmış, demişler. Sonra anlamışlar ki Ali bunları kandırmış. Tabi çok sinirlenmişler. Çünkü Ali onların çok fazla parasını almış. Tüm bunlar olurken Ali, hayatını yaşıyormuş. Daha sonra aklına köselerin geri dönebileceği gelmiş. Karısıyla bunu düşünmüşler. Bir plan yapmışlar. Ali, karısına: — Çerçiye git. Bana bir düdük getir, demiş. Karısı gidip düdüğü getirmiş. Ardından Ali bir oğlak getirmiş. Oğlağı kesmiş. Kanını bir çuvala koyup karısına bunu karnına koymasını istemiş. Ayrıca karısına: — Ben kalk, yemek hazırla dediğimde sen kalkmayacaksın, benimle kavga edeceksin. Ben de o arada gelip seni bıçaklayacağım. Torba patlayacak. Üstün kan olacak. Köseler seni öldürdüğümü düşünecekler. Öldükten sonra ben düdük çalacağım. Kalk dediğimde kalkacaksın, demiş. Ali ile karısı bu planı hazırlayıp üç köseleri beklemişler. Üç köseler evlerine gelmiş. Kapıyı vurmuşlar. Ali kapıyı açmış. Üç köseler sinirle Ali’ye: — Sen bizi aldattın. Tavşanı bize verdin. Tavşan hiçbir işe yaramadı. Bir sürü para verdik, demişler. Ali: — Tamam, kızmayın. Bütün parayı vereceğim. Bugün burada konaklayın, demiş. Üç köseler birbirlerine bakmışlar ve kabul etmişler. Bunlar oturmuşlar. O sırada Ali’nin karısı gelip: — Hoş geldiniz, demiş. Ali, karısına: — Hanım, bize yemek hazırla, çabuk, demiş. Karısı sesli bir şekilde: — Senden bıktım. Her gelene gidene ekmek veriyorsun. Yemek hazırlamaktan bıktım. Kalk, sen hazırla, demiş. Bunu duyan Ali ayağa kalkmış. Belindeki kamayı çıkarmış. Karısına vurmuş. Vurur vurmaz, kadın olduğu yere yıkılmış. Kadın kanlar içinde yerde yatıyormuş. Üç köseler birbirlerine bakmışlar. Birbirlerine: — Biz ne yaptık? Adama karısını öldürttük, demişler. Daha sonra ölünün başında dolaşmaya başlamışlar. Üç köseler üzülmüş. Durumu daha kötüye götürmemek için parayı almaktan vazgeçmişler. Bu arada Ali kendi üzerinde bir şeyler arıyormuş. Üç köseler karısını öldürdüğü için aklını kaybettiğini düşünmüşler. Fakat Ali cebinden bir düdük çıkarmış. Köseler, Ali’nin tam kafayı yediğini düşünmüşler. Onlar öyle düşünürken Ali düdüğü çalmış. Çalar çalmaz karısı hemen ayağa kalkmış: — Emret, hizmetindeyim, demiş. Üç köseler çok şaşırmışlar. Ali karısına: — Git, yemek hazırla; yiyelim, demiş. Karısı yemek hazırlamış. Üç köseler bu işe çok şaşırmış. Bu üç köseler zengin olduklarından sürekli eş değiştiriyorlarmış. Akıllarından: — Bir gün biz de sinirlenip karımızı öldürebiliriz, demişler. Bu düdüğü almaya karar vermişler. Böylece eşlerine herhangi bir zarar verseler de bu düdükle eşlerini iyileştireceklerini düşünmüşler. Sabah olmuş. Düdüğü almak için Ali’ye: — Ali, borcun kalsın, sana para verelim, şu düdüğü bize sat, demişler. Ali: — Ben nasıl vereyim? Canım sıkıldığında böyle yapıyorum. Düdüğü öttürünce karım hemen diriliyor. Bu düdük bana gerekli, demiş. Büyük uğraşlar sonucunda düdüğü almışlar. Aldıklarına çok sevinmişler. Hemen köylerinin yollarını tutmuşlar. Köylerine varmışlar. Bu üç köselerden birisi, karısını döve döve öldürmüş. Ondan sonra da düdüğü çalmaya başlamış. Fakat karısı ne kalkmış ne de başka bir şey yapmış. Ortanca kardeş ağabeyine: — Eve gelir gelmez eş öldürülür mü? Önce haber verilir, demiş. Karısını çağırmış. Kılıçla karısını ikiye bölmüş. Sonra da düdüğü öttürmüş. Ama onun da karısı ayağa kalkmamış. Küçük kardeşlerine: — Sen öldür, bakalım dirilecek mi, diye sormuşlar. O da karısını dilim dilim doğramış. Düdüğü öttürmüş. Fakat o da ayağa kalkıp dirilmemiş. Oturup düşünmüşler. Ali’nin kendilerini kandırdığını anlamışlar. Ali üç köselerin hem paralarını almış hem de yuvalarını yıkmış. Üç köseler karar vermişler. Ali’yi öldüreceklermiş. Bu arada Ali, karısıyla üç köseler gelecek, diye plan hazırlamışlar. Karısı, Ali’ye: — Şu bizim karşıda dağ var. Oradan kil getirelim, demiş. Bu ikisi planlarını yaparken üç köseler köyden ayrılmış. Ali’nin köyüne köselerin köyünden iki, üç günde gidiliyormuş. Ali’nin köyüne üç köseler girmiş. Köylüler merak etmiş ve köselere: — Bu Ali ne kadar zenginmiş! Her zaman geliyorsunuz. Adamı soydunuz soğana çevirdiniz, demişler. Köseler: — Ne soyması! Asıl Ali bizi soydu soğana çevirdi, demişler. Ali’nin evine varmışlar. Ali’ye: — Sen bize tavşan verdin, yalan çıktı. Düdüğü verdin, yine yalan çıktı. Paramızı aldın, yuvamızı yıktın. Sen bizi kandırdın, demişler. Bunun üzerine Ali hiç bozulmadan cevap vermiş: — Bende para çok, istediğiniz nedir? Kadın istiyorsanız padişah kızı alırım. Onun için içiniz rahat olsun demiş. Köseleri eve almışlar. Yemek ikram etmişler. Ağırladıktan sonra yatacaklarmış. Ali, köselere: — Sabahleyin ne kadar para istiyorsanız o kadar veririm, demiş. Üç köseler düşünmüş. — Bu adam bize parayı verir, demişler. Bunlar uzun yoldan geldikleri için oldukça yorgunmuşlar. Yatakları hazırlamış, yatmışlar. Yatar yatmaz uykuya dalmışlar. Yattıktan epey bir zaman sonra Ali’nin karısı tandırı yakmış. İçine kili koymuş. Suyla kaynatmış. Kil çamura dönmüş. Üç köseler uyurken altlarına bu çamurdan koymuşlar. Kapıyı örtüp bunları gözetlemeye başlamışlar. Küçük köse uyanmış. Altına bakmış. Altına tuvaletini yaptığını sanmış. Diğer köseleri uyandırmış. Durumu anlatmış. Diğer köseler de aynı durumla karşı karşıya olduklarını görmüş. Tabi köseler bu duruma şaşırmış. Ne yapacaklarını bilememişler. Ali’ye ne diyeceklerini düşünmüşler. Daha uyuyamamışlar. Çünkü üç köselerin namı büyükmüş. Bu yaptıklarının duyulmasını ve görülmesini istememişler. Bütün ahali duyarsa ünleri ve namları lekelenirmiş. Üç köseler bunun üzerine sabah olmadan kaçmaya karar vermiş. Ali ile karısı, kapıdan bunları dinlemiş. Ali gitmiş. Sessizce kapıları açmış. Üç köseler karanlıkta kapıdan kaçıp gitmişler. Bir daha da dönmemişler. Ali, karısına kendisini köselerden kurtardığı için teşekkür etmiş. Bundan sonra Ali ve karısı, zenginlik ve mutluluk içerisinde ölene kadar yaşamışlar.
ALTIN PERÇEMLİ OĞLAN İLE LÜLE BUDUN SAÇLI KIZ
İç Anadolu Bölgesi
Sivas
Bir varmış, bir yokmuş. Allah’ın kulu çokmuş. Çok söylemesi, gayet günahmış. Bir adamın üç kızı varmış. Büyük kız her gün camın önüne oturup: — Padişahın oğlu beni alsa çadırına bir kilim dokurum ki bir yanı da dışarıda kalır, demiş. Padişahın oğlu bunu duymuş, gelmiş kızı istemiş. Almış, götürmüşler. Bir gün geçmiş, beş gün geçmiş hiç bir şey yapmamış. Kızı, geri babasının evine götürmüşler. Ortanca kız : — Padişahın oğlu beni alsa ben bir çadır dokurum ki bütün askerini içine alır, demiş. Bunu duyan padişahın oğlu bu kızı gidip istemiş, almış. Bir gün geçmiş, beş gün geçmiş, hiç bir şey yapmamış. Küçük kız ise: — Padişahın oğlu beni alsa altın perçemli oğlan ile lüle budun saçlı kız doğururum, demiş. Padişahın oğlu küçük kızı da almış, götürmüş. Kız bir süre sonra hamile kalmış. Kızın doğum vakti saati yaklaşmış ama bir yandan da bacılarını dert almış. Padişahın oğlu duymadan ebe getirmişler. Kız doğum yapmış ki gerçekten altın perçemli oğlan ile lüle budun saçlı kız olmuş. Padişahın oğluna demişler ki: — Karın it eniği doğurdu. Bey oğlu da haber göndermiş: — Camız gönüne sarılsın, giden gelen yüzüne tükürsün.  Küçük kızın bacıları çocukları bir sandığa koymuş denize atmışlar. Günün birinde, ırmağın kıyısında iki arkadaş gidiyormuş. Irmağın yüzündeki sandığı görünce birbirleriyle, “Malsa sana, cansa bana.”, diye anlaşmışlar. Sandık gelmiş; açmış, bakmışlar. Sandıkta iki çocuk elleri ağızlarında parmaklarını emiyorlarmış. Altın perçemli oğlan ile lüle budun saçlı kız çıkmış. Cansa benim, diyen adam alıp götürmüş, büyütmüş. Aradan zaman geçmiş, çocuklar büyümüş. Yüksek bir yerde çadır kurmuş iki kardeş orada yaşamaya başlamışlar. Kız, saçlarından tel koparıp işleme işliyormuş, altın perçemli oğlan da çarşıda götürüp satıyormuş. Bir gün oğlan çarşıda gezerken teyzeleri görüp tanımışlar. — Bey oğlu çocuklarının görürse bizi öldürür, demişler. Yeni bir plan düşünmüşler. Sonra da demişler ki: — Bir cazı kadın gönderelim, bunu kayıp ettirelim, demişler. Günlerden bir gün yine oğlan çarşıdayken kızın yanına bir kadın gelmiş. Konuşmaya başlamışlar. Kızın aklını çelmek için: — Yavrum, sen burada yalnız başına ne yapıyorsun? Sana bir can şenliği lazım. Ağabey, Kafi Küf Dağı’nın ardında bir çengi olur. Sus deyince susar, söyle deyince söyler, demiş gitmiş. Akşam kardeşi gelince bakmış; bacısı melül, mahzun duruyormuş. Kardeşi niye böyle mahzun duruyorsun, diye sorunca: — Niye melül durmayım. Ben burada bir dağın başında yalnız duruyorum. Böyle böyle bir adam varmış; git, onu bana getir, demiş. Altın perçemli oğlan da tamam deyip sabah yola koyulmuş. Eline bir tille almış ayağına bir demir çarık giymiş, yola düşmüş. Az gitmiş, uz gitmiş, karşısına bir adam çıkmış. Adam sormuş: — Oğlum, sen buralarda ne yapıyorsun? Altın perçemli oğlan da derdini anlatmış. O da: — Oğlum, sen cazı kadın sözüne uymuşsun. Oraya giden gelmez, sen benim dediklerimi yap, arkana bakmadan da evine dön, demiş. Altın perçemli oğlana da: — Yolunun üzerinde açık kapı vardır, onu ört; kapalı kapı vardır, onu da aç. Kurdun önünde ot var. Onu al, koyunun önüne koy. Koyunun önünde et var; onu da al, kurdun önüne koy. Bir de bir su akar oradan. Kanlı, irinli olanı al, o sudan hiç kimse içmez. “Ne hoş suymuş” de, ardına bakmadan evine git, demiş. Oğlan; az gitmiş, uz gitmiş, karşısına hep o adamın dedikleri çıkmış. Dediklerini bir bir yapmış. Yolda açık kapıları örtmüş, kapalı kapıları açmış, koyunun önündekini kurdun önüne, kurdun önündekini koyunun önüne koymuş, akan sudan da içmiş. Sormuşlar hepsine: — Kapı, niye o oğlanı tutmadın? Kapı: — Öyle yiğidi hiç tutar mıyım? Dünya kuruldu kurulalı ben açıktım. Beni o örttü, demiş. Diğerleri de altın perçemli oğlandan memnun kalmış. Yolundan geri koymamışlar. Oğlan en sonunda evine varmış. Ardından onunla birlikte bir kadın girmiş. Sus deyince, susuyormuş; söyle deyince, söylüyormuş. Bey oğlu, oğlanı bir gün davet etmiş. Altın perçemli oğlan da eve gelmiş. Üvey annesine: — Bey oğlu davet veriyor, ben de gideyim mi, diye sormuş. Kadın: Git oğlum ama orada camız gönüne sarılmış bir kadın var. Herkes yüzüne tükürür geçer, sen tükürmeden geç, demiş. Altın perçemli oğlan davete gitmiş, yemeğini yemiş. Oradan bir adam bey oğluna: — Şu oğlan, kadının yüzüne tükürmedi, demiş. Bey oğlu da: — O da tükürmesin, demiş. Altın perçemli oğlan eve gelmiş, üvey annesine: — Bey oğlu beni utandırdı. Bana ceza vermedi. Anne bunun altında kalamam. Bey oğlunu davet edelim, demiş. Annesi de: — Davet edebilirsin oğlum, demiş. Bey oğlunu davet etmişler. Altın perçemli oğlan, annesine: — Davet ettim. Bey oğlu da geliyor, sen ne yemek hazırla, demiş. Annesi: — Git, şu küçük kuyuyu aç, “Selver, selver, annen küçük sofrayı istiyor” de. Sahanlar dizilince; sahanları say say eksik çıkar, say say eksik çıkar. Bey oğlu der ki, “Bey oğlu sahan çalmaz”. Sen de ona, “Analar it eniği doğurmaz, altın perçemli oğlan ile lüle budun saçlı kız doğurur” de diyor, demiş. O da dediğini yapmış. Herkes dizilmiş oturmuş. Altın perçemli oğlan aynı annesinin dediği gibi yapmış. Bey oğluna cevabı verince; bey oğlu olup biteni anlamış. Bey oğlu kadından her şeyi de öğrenmiş. Altın perçemli oğlan ile lüle budun saçlı kızı alıp evlerine götürmüş: — Hâliniz böyleydi de neden bana bildirmediniz, diye sormuş. Eve gelince çocukların teyzelerine: — Kaba bıçağa mı, razısınız kır ata mı, diye sormuş. Onlar da: — Kaba bıçak, düşmanının boynuna; kır ata biner de babamızın evine gideriz, demişler. Bey oğlu, bunları kır atın kuyruğuna bağlayıp yazının yüzüne bırakmış. Kır at bunları alıp götürmüş. Onlar da yiyip, içip, muradına geçmişler.
ALTIN SARISI EJDERHA
İç Anadolu Bölgesi
Sivas
Evvel zamanda bir yer varmış. Burada üç kişi yaşarmış. Bunlar eşkıyaymış. Yol keser, adam öldürürlermiş. Bir gün bunlar dağda yatarken eşkıyalardan birisi uyanmış, bakmış ki etraflarında yüksek bir duvar var. Diğerlerini de uyandırmış. Çıkacakları yer, yok olmuş. Bunlar korkmuş, sabaha kadar ağlamışlar. Eşkıyalar şafak vakti bakmışlar ki etraflarındaki bu büyük duvar, yavaş yavaş açılmaya başlamış. Bir de bakmışlar ki karşılarında altın sarısı bir ejderha. Sonra ejderha yürümeye başlamış. Dönüp dönüp de bunlara bakıyormuş. Sonra bunlardan biri demiş ki: — Arkadaşlar, bu ejderhada bir şey var. Galiba bizden yardım istiyor. Siz bana hakkınızı helâl edin, ben bu ejderhanın ardından gideceğim. Ejderha önde gidiyor, bu adam da onun takip ediyormuş. Ejderha giderken öyle sesler çıkarıyormuş ki yer gök inliyormuş. Bahsedilen ejderha uzun bir yürüyüşten sonra iki dağın arasında bir tünele girmiş. Girdikten sonra orada simsiyah başka bir ejderhayla kavga etmeye başlamış. Seslerinden yer, gök inliyormuş. Adam hemen o an kılıcını çıkarmış ve siyah ejderhaya doğru sallamış. Adam kılıcı salladıktan sonra ne olduysa gerisini hatırlamıyormuş. Daha sonra uyanmış ki yüzünün bir tarafı ve kulağı yokmuş. Elini yüzüne atmış ve yüzünde bir üzüm yaprağı olduğunu fark etmiş. O altın sarısı ejderha onu tedavi ediyormuş. Adam kendine geldikten sonra gideceğini işaret etmiş. Altın sarısı olan ejderha içeri gitmiş ve ceviz büyüklüğünde üç şey getirmiş. O da almış, cebine koymuş. Meğer onlar mücevhermiş. Altın sarısı ejderha, bu mücevherleri yaptığı iyilik karşılığında adama vermiş. Çünkü siyah ejderha altın sarısı ejderhanın yavrularınıöldürmek üzereyken bu adam onu öldürmüş. Altın sarısı ejderhayı ve yavrularınıkurtarmış. Adam altın sarısı ejderhanın verdiklerini almış. Gitmek için müsaade istemiş. Az gitmiş, uz gitmiş, arkadaşları ile ayrıldığı yere gelmiş. Arkadaşları hâlâ onu orada bekliyormuş. Adam başından geçenleri anlatmış. Cebindeki üç mücevheri çıkarmış, arkadaşlarına göstermiş. Bu mücevherler o kadar değerliymiş ki bunlar sayesinde çok zengin olmuşlar. Eşkıyalığı bırakmışlar. Yemiş, içmişler; mutlu bir hayat sürmüşler.
Apalakla Topalak
İç Anadolu Bölgesi
Sivas
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; deve tellâl iken, pire berber iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken bir ülke varmış. Bu ülkenin padişahının, dillere destan güzellikte bir kızı varmış. Kız o kadar güzelmiş ki bunu duyan beyler, padişahlar, gençler hep talip olurlarmış. Padişahsa kızını alacak olana bazı şartlar koşuyormuş. Bir başka ülkenin şehzadesi, kızın güzelliğinin namını duymuş. Atına atladığı gibi kızın memleketine gelmiş. Bir vesile kızı görmüş, âşık olmuş. Prensesi, babasından istemiş. Babası da ona şu şartını söylemiş: — Kaf Dağı’nın ardında bir elma ağacı var. O ağaçtan bir elma getirirsen kızımı sana veririm. Şehzade atına atlamış. Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe dümdüz gitmiş. Bir de bakmış ki bir arpa boyu yol gitmiş. Derken dağın tepesinde bir ihtiyar görmüş. Selam verip yol sormuş. İhtiyar: — Senin işin çok zor evlâdım, aradığın şu dağın arkasında. Ama orada bir aslan var. Onu geçmen kolay değil, deyip yolu göstermiş. Şehzade yola devam etmiş. Bir ormanlık yerde aslan kükremesi işitmiş. Sesi takip edip aslanı bulmuş. Aslanın ayağına koca bir diken batmış, ayağı şişmiş. Aslan, acı içinde topallayarak çeşmeye gidiyormuş. Aslan su içerken şehzade, aslanın ayağındaki dikeni çekip çıkarmış. Tabi cerehat akınca aslan rahatlamış: — Ey insanoğlu, sen benim canımı kurtardın. Dile benden ne dilersen, demiş. Şehzade: — Sağ ol. Ben yoluma gideceğim, diye cevap vermiş. Aslanın sesi kesilince yavruları, annelerinin yanına gelmiş. Anneleri, Apalak ve Topalak adındaki iki yavrusunu sevmiş: — Siz bu insanoğluyla gidip onu koruyup kollayacaksınız, demiş. Şehzade, madem bana yardım etmek istiyorsunuz, deyip nereye gittiğini anlatmış. Aslan: — O dediğin yerde, yedi başlı bir dev var. Elma ağacının başında bekler. Ya o devi öldüreceksin ya da sabah gün doğmadan elmayı alıp gideceksin, demiş. Şehzade yola koyulmuş. Ağacın yanına varmış. Bir de ne görsün? Kocaman bir ağaç, üzerinde iki tane elma, dibinde de yatan kocaman bir dev varmış. Şehzade beklemeye başlamış. Günlerden bir gün yedi başlı dev, yerinden kalkıp yürümeye başlamış. Bizimki devi takip etmiş. Dev uzaklaşınca da ağaçtaki elmayı okuyla vurup aşağı düşürmüş. Atına atladığı gibi padişahın ülkesinin yolunu tutmuş. Şehzade, elmayı padişaha teslim etmiş. Prenses gelin olmuş. Apalak’la Topalak da onların yanına gelmiş. Birlikte şehzadenin ülkesine dönüp muratlarına ermişler. Gökten üç elma düşmüş; biri anlatana, biri söyleyene, diğeri de bana…
AYI OSMAN
Karadeniz Bölgesi
Kastamonu
AYI OSMAN   Vakti zamanında Kastamonu’nun Cide’ye bağlı bulunan köylerinde kızlar, bahar zamanı geldiğinde; ağaçlar yapraklarını yeşil yeşil verdiğinde, anneler babalar tarlalarını yaparlarken, hayvanlarının peşlerinden genç kızlarını, çocuklarını da yollarlarmış.  Onnar* da, oraya gitdiklerinde dalların o taze uçlarını kırarlarmış (yaprak kırma denirmiş buna). (O hayvanlar, taze taze yediklerinde sütleri çok güzel olurmuş), bunnarı demet yaparlarmış; sırtlarına bağlayıp eve de getirirlermiş ki ahırda da yesinler diye. Bizim kızımızdaaa, bi kaç arkadaşıyla baya yüksek dağlara çıkmışlar. Orda onnar, her gidip geldiklerinde ayı, bu kıza göz koymuş, beğenmiş. Ondan sonra gel zaman git zaman bi şey zamanı geçince ayı, kızı sırtına vurduğu gibi kaçırmış mağarasınaaa. Öbürkiler çığlık, kıyamet kaçmışlar köye. Demişler: — Böle böle, Ayşe miydi, Fatma mıydı adı neyse ayı kaçırdı, mağarasına kapattı. Kocaman bi kaya var mağarasının önünde de, uzaktan baktık. Ayı, kızı kapatmış mağarasına; çocuklar ağlıyo, evde aylesi ağlıyo, geliyolar bakıyolar kocaman bi kaya mağaranın önündeee, kımıldatamıyolar. Neyse kız, içerde çağresiz, napçağnı düşünüyooo; ayı, bunu öldürcek zannediyo; ayı, öldürmüyo. Eş yapıyo kendine. Ayı, dışarıdan ona çeşit çeşit meyvalar getiriyo, neler neler getiriyooo; seviyo bunu. (Allah Allah, kız korkucağına alışıyo ayıya da.) Ondan sonra bi bebekleri oluyo. Osman, koyuyolar adını. Osman, tip olarak insana benziyo da her tarafı kıllı falan ama güçlü bi çocuk. Kızcağz, zaman içinde ayıya yalvaran gözlerle bakıyo, ailesini özlediğini anlatıyo; göğsüne vuruyo: — Hani ben anneyim ya,,diyo. Ben de annemi özledim, diyo. Kız, ağlayınca ayı dayanamıyo. Beline bi tane ip bağlıyo, çocuğu vermiyo yanına ama ipi şey tutarak aylesinin yanına salıyo. Gidiyo kız işte, o böle karşıdan bakıyo. O da aylesinnen öpüşüyo, koklaşıyo; annesine sarılaşıyolar, ağlıyolar. Annesi: — Yavrum, evladım, diyo. — Anne kalamam, diyo. — Kal, diyolar. — Kalamam, diyo, çocuğm orda, diyo. Ben burda kalırsam hepinizi parçalar, diyo. Korkuyolar. Bikaç sefer dağ böle gelme gitme oluyo. Gene ayı, kızı bekliyooo, en sonunda annesi babası düşünüyolar. — Ya biz, diyolar, bi çare bulalım, bu ayıyı bi şekilde öldürelim. Biz bunu silahnan denesek ya ölmezse gene parçalar bizi. Ondan sorna karar veriyolar. Sedirin* altına doğru ahırların olduğu yerden doğru kocaman bi kazan kuruyolar, fokur fokur kaynayan. Kızı da tenbih ediyolar: — İlle bunu ikna et, buraya getir biz buraya onu oturtmaya çalışırken, ayı hop düşsün o kazanın içine, yansın ölsün. Ondan sorra bi daha ki sefere aynısını yapıyolar, kız da ayıyı ikna ediyo; ötekilerde böle güzel davranıyolar. “Buyurun buyurun” şey yapıyolar, ayı, oraya oturduğu gibi hooop aşağya kazanın içine, yanıyo. Ondan kurtuluyolar. Gidiyolar, çocuğda kurtuluyolar, sonra Osman da insanvari diğl. Biraz daha boylu poslu daha güçlü. Okula falan yazdırıyolar. Ayıdan kurtuldular ama bu sefer Osman. Okulda arkadaşlarıyla vurdu mu bi tokat, anlaşamadığna küt kafaya. Ondan sora çocuğ da bu sefer aradan çıkartıyolar ve kurtulmuş oluyolar.   *onnar: Onlar. *sedir: Eski evlerde oturulcak yer.
Arap
İç Anadolu Bölgesi
Sivas
Bir varmış, bir yokmuş. Allah’ın kulu çokmuş. Az söylemesi sevap; çok söylemesi günahmış. Vaktiyle bir kadının üç tane kızı varmış. Çocukların giyecek elbiseleri yokmuş. Düğünde, bayramda bir yere gittikleri zaman zengin ailelerinin çocukları bunları aralarına almazlarmış. Çocuklar da eve gelip annelerine ağlarlarmış. Bir gün yine annelerine gelip ağlayınca anneleri bu düşünceyle bir kabristandan geçerken ağlamış.    Orada bir Arap çıkmış. Arap, kadına derdini sormuş. Kadın da üç çocuğunun olduğunu, bunların giymeye elbiseleri olmadığını, çok fakir olduklarını söylemiş. Arap: — Yarın büyük kızını al getir. Bizde çok elbise var. Kadın: — Tamam, demiş. Kadın ertesi gün kızını alıp getirmiş. Arap da: — Yarın gel, kızını al. “Offf !” dediğinde ben çıkarım, demiş. Ertesi gün kadın, kızını almaya gitmiş. Kadın: — Offf, demiş. Arap ortaya çıkmış. Arap: — Kızının oynaya oynaya ayaklarının altı şişti. Sen en iyisi ortanca kızını da getir, demiş. Kadın gidip ortanca kızını da getirmiş. Arap: — Yarın gel, iki kızını da al götür, demiş. Kadın diğer kızını da getirmiş. Ertesi gün de almaya gelmiş. Kadın yine: — Offf, demiş. Arap ortaya çıkmış. Yine kızlarının oynaya oynaya ayaklarının şiştiğini söylemiş. Küçük kızını da getirmesini söylemiş. Kadın onu da götürmüş. Ertesi gün olmuş. Kadın: — Offf, offf, demiş. Ama Arap bu sefer çıkmamış. Kadın yanıp tutuşmuş. Çaresiz evine dönmüş. Arap, bu kızları ayrı ayrı odalarda imtihana çekmiş. Büyük kıza sormuş: — Karım olur musun? Kız: — Hayır, deyince götürüp bunu saçından asmış. Ortanca kıza gelip sormuş. O da kabul etmemiş. O kızı da ayaklarından asmış. En son küçük kıza gelip sormuş. Küçük kız şüphelenmiş. — Benim bacılarım burada olmadığına göre, onları Arap öldürmüş olmalı, demiş. Arap, kıza yine sorunca kız evlenmeyi kabul etmiş. Arap bir şeyler almak için dışarıya gitmiş. Arap gidince kız dolapları açmış. Büyük bacısının saçından asılmış, öbür bacısının da ayaklarından asılmış olduğunu görmüş. Kendisini de öldüreceğini düşünüp ağlamış. Birkaç saat sonra Arap dönmüş. Arap, kıza niye ağladığını sormuş. Kız da: — Ablalarımı öldürdün, sıra bana geldi, diye ağladığını söylemiş. Arap da: — Seni öldürmem çünkü sen sözümü dinledin, demiş. Küçük kızın ablaları, zaten hem kendine hem de annelerine eziyet ederlermiş. Fakirliklerinin sorumlusu olarak annelerini görür, aza kanaat etmezlermiş. Arap, ablalarının bu durumunu da bildiğini ve onların cezayı hak ettiklerini de söylemiş.
Aslan Sütü
İç Anadolu Bölgesi
Sivas
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, bir yerde bir karı koca yaşarmış. Yaşarlarmış da kadın hep kocasına: — Ben hastayım herif, ölüyorum; der, sızlanırmış. Kocası da: — Ne yapalım, ne edelim; der, dururmuş. Kadın, her seferinde kocasından bir şey istermiş. Bu sefer de kadın: — Aslan sütü içersem iyi olurum; demiş, tutturmuş. Adam karısının isteğini yerine getirmek için kılıcını almış, atına atlamış, aslan aramaya başlamış. Az gitmiş, uz gitmiş; altı ay, bir güz gitmiş. Bir de bakmış ki bir arpa boyu yol gitmiş. Dereler, tepeler, dağlar derken çok yorulmuş. Bir çeşme başında konaklamaya karar vermiş. Çıkısından biraz ekmek, peynir yemiş. Otururken de uyuyakalmış. Sonra bir gürültüyle uykusundan uyanmış. Bakmış ki bir kocaman ejderha sarmış çeşmenin etrafını. Ejderha kükrüyor, acayip sesler çıkarıyormuş. Adam kılıcını çekmiş. Bir vuruşta öldürmüş ejderhayı. Uzaktan seyreden bir kartal yere inmiş. Adamın yanına gelmiş: — Ey insanoğlu! Bu ejderha her yıl gelir, benim yavrularımı yerdi. Sen beni ve yavrularımı ondan kurtardın. Dile benden ne dilersen, demiş. Adam: — Ben bir aslan arıyorum. Karımın iyileşmesi için ona aslan sütü götürmem gerek. Bana yardım eder misin, demiş. Kartal: — Öyleyse sen şimdi yanına biraz şu ejderhanın etinden al, biraz da şu çeşmeden su doldur. Ben gak dedikçe et, guk dedikçe su ver. Sen bana bir iyilik yaptın, ben de sana yapacağım. Sırtıma bin, seni bir yere götüreceğim, diye cevap vermiş. Adam kartalın dediklerini yapmış, kanadına binmiş. Başlamışlar uçmaya. Dağlar, ovalar aşmışlar; bir ormanlık yerde durmuşlar. Kartal demiş ki: — Burada bir aslan yaşar. Çok tehlikelidir ama sütünü almayı becerebilirsen bu iş olur, demiş. Adam, aslana tuzak kurup beklemeye başlamış. Derken bir de ne görsün? Kocaman bir aslan kükreyerek geliyormuş. Aslan yaklaşmış, adamın hazırladığı tuzağa düşmüş. — Ey aslan, benim sana bir zararım dokunmaz. Bana senin sütün lazım, demiş. Aslan çaresiz: — Benim iki yavrum var. Şu ilerideki mağara, yedi başlı devin mağarasıdır. Yavrularımı, devin elinden kurtarırsan sana sütümden veririm, demiş. Adam, aslanın teklifini kabul etmiş. Birlikte yola koyulmuşlar. Az gitmişler, uz gitmişler, kocaman bir mağaranın önüne gelmişler. Adam bakmış ki kocaman, yedi başlı, heybetli bir dev var; kılıcını çektiği gibi devi öldürmüş. Aslan yavrularına, adam da aslan sütüne kavuşmuş. Kartal yine adamı sırtına alıp uçmaya başlamış. Gak dedikçe et, guk dedikçe su vermiş. Altı ay, bir güz yol gidip adamın evine konmuşlar. Karısı, aslan sütünü içince iyileşmiş. Gökten üç elma düşmüş, onu da ortaklaşa yemişler.  
AVCI AHMET
İç Anadolu Bölgesi
Sivas
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; pireler berber iken, berberler keli tıraş ederken, diyarın birinde Çoban Ahmet diye biri yaşarmış. Çoban Ahmet’in babası avcıymış. Babası yaşlanıp öleceğini hissettiği zaman oğluna birkaç nasihatte bulunmuş: — Oğlum, sen de zamanı gelince benim gibi avcı olacaksın. Avcı olduğun zaman şu gördüğün karşı dağa kesinlikle gitme, demiş. Aradan fazla geçmeden Çoban Ahmet’in babası ölmüş. Çoban Ahmet, babasının ölümüne çok üzülüp kırk gün yas tutmuş. Kırk gün yas tutan Çoban Ahmet, babasının vasiyetini yerine getirmek için avlanmaya başlamış. Ava çıkmaya başlayan Çoban Ahmet’in adı artık, Avcı Ahmet olmuş. Avcı Ahmet yine bir gün ava çıkmış. Akşama kadar hiçbir şey avlayamayan Avcı Ahmet’in aklına babasının söylediği dağ gelmiş. Babasının o dağa çıkma, demesinin sebebini merak eden Avcı Ahmet, dağa çıkmaya karar vermiş. Ertesi gün sabah olunca Avcı Ahmet, babasının çıkma dediği dağa doğru çıkmış. Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Gide gide yasak dağın zirvesine çıkmış. Dağın zirvesinde gezinirken çalılıklar arasında bir hareketlilik sezmiş. Avcı Ahmet, okunu yayına yerleştirerek hareketliliğe doğru gitmeye başlamış. Sonunda çalılıkların yanında ilginç bir hareketliliğe şahit olmuş. Avcı Ahmet, çalılıklar arasında bir siyah yılan ile bir beyaz yılanın kavga ettiğini görmüş.  Siyah yılan tarafından kovalanan beyaz yılana acımış: — Ben şu siyah yılanı vurayım. Çünkü beyaz yılanı çok rahatsız ediyor, deyip yayını gerip okunu fırlatmış. Ok ne yazık ki siyah yılana değil de beyaz yılanın kuyruğuna isabet etmiş. Yılanlar okun gelmesiyle kavgayı bırakıp biri bir tarafa, diğeri öbür tarafa kaçmış. Asıl niyeti siyah yılanı vurmak olan Avcı Ahmet, beyaz yılanı vurunca çok üzülmüş. O üzüntü ile evine geri dönmüş. Akşam yemeğini yedikten sonra köylülerle sopbet etmeye gitmiş. Köyün ortasında köylüler, o gün başlarından geçen anılarınıanlatırlarmış. Fakat Avcı Ahmet üzüntüden ağzını bile açmamış. O güne kadar hiç susmadan konuşan Avcı Ahmet’in suskunluğu bazı köylülerin dikkatini çekmiş. Köylüler, Avcı Ahmet’e: — Avcı Ahmet, sen niye bu gün hiç konuşmuyorsun? Sanki başından büyük bir olay geçmiş gibi. Bu gün ne oldu? Hadi bize anlat, demişler. Köylüler odada bunları konuşurken dışarıda da yılanlar, başka bir işin peşindeymiş. Beyaz yılan ile siyah yılan konusu şöyleymiş: Beyaz ile siyah yılanın babaları düşmanmış. Beyaz yılan, yılanlar şahının kızıymış. Siyah yılan da beyaz yılanlara düşman olan bir yılanın oğluymuş. Siyah yılan, beyaz yılanla evlenmek istiyormuş. Fakat beyaz yılan, siyah yılanı kabul etmiyormuş. Bunun üzerine siyah yılan, beyaz yılanı öldürmeye karar vermiş. Bunları kavga ederken gören Avcı Ahmet de kavgayı acı da olsa sonuçlandırmış. Kuyruğu kopuk bir şekilde evine dönen beyaz yılan, olayı babasına anlatmış. İşin aslını bilmeyen beyaz yılanların şahı Şahmeran, sinirli bir şekilde iki tane avcı yılanı, Avcı Ahmet’i öldürmeleri için görevlendirmiş. Avcı yılanlar, köy odasının önüne gelerek Avcı Ahmet’in ayakkabılarının içine yerleşmişler. Dışarıda bunlar olurken odanın içinde Avcı Ahmet başından geçenleri anlatmaya başlamış: — Bu gün filan dağa avlanmak için çıkmıştım. Dağın zirvesinde ilerlerken siyah yılan ile beyaz yılanı kavga ederken gördüm. Siyah yılanın beyaz yılanı kovaladığını görünce, beyaz yılanı kurtarmaya karar verdim. Okumu yayıma yerleştirip siyah yılana nişan aldım. Fakat okum yanlışlıkla beyaz yılana isabet etti. Ben şimdi o beyaz yılana üzülüyorum. Şimdi o zavallı beyaz yılan ne yapıyordur diye düşünüyorum, diyerek başından geçenleri anlatmış. Avcı Ahmet’in konuşmasını dışarıda duyan avcı yılanlar, durumun aslını anlatmak için padişahları olan Şahmeran’ın yanına gitmişler. Avcı yılanlar, Şahmeran’a: — Padişahım, durum böyle böyle. Avcı Ahmet, kızını isteyerek vurmamış. Kızını rahatsız eden siyah yılanı vurmak için ok atmış ama ok yanlışlıkla kızına isabet etmiş. Avcı Ahmet, kızınızı yanlışlıkla vurmanın üzüntüsünü yaşıyor, demişler. Olayın aslını öğrenen Şahmeran, avcı yılanlara: — Avcı Ahmet’e hiç zarar vermeden alıp buraya getirin. Onu ödüllendireceğim, demiş. Avcı yılanlar hemen yola çıkıp köye gelmişler. Avcı Ahmet’i evinin önünde beklemeye başlamışlar. Gece ilerleyince köy odası dağılmaya başlamış. Avcı Ahmet başından geçenleri anlatmanın verdiği rahatlıkla evine doğru yola çıkmış. Evine yaklaşınca yılanlar aniden ortaya çıkmışlar. Yılanları birden karşısında gören Avcı Ahmet çok korkmuş. Yılanlar dile gelerek, Avcı Ahmet’e: — Seni padişahımız olan Şahmeran istiyor, demişler. Avcı Ahmet: — Padişahınız beni ne yapacak, demiş. Yılanlar: — Padişahımız seni ödüllendirecek, demişler ve Avcı Ahmet ile yola düşmüşler. Yolda yılanlar ülkesine doğru ilerlerken avcı yılanlar, Avcı Ahmet’e: — Padişahımızdan ödül olarak ağzına tükürmesini iste, senin için çok iyi olur, demişler. Avcı Ahmet: — Tamam, demiş. Aradan bir iki saat geçmiş. Avcı Ahmet ve avcı yılanlar Şahmeran’ın huzuruna gelmişler. Avcı Ahmet, başından geçenleri olduğu gibi aynen Şahmeran’a da anlatmış. Olup bitenlerin aslını bir de Avcı Ahmet’in ağzından dinleyen Şahmeran, Avcı Ahmet’e: — Dile benden, ne dilersen, demiş. Avcı Ahmet: — Ben sizden bir şey dilemem, demiş. Şahmeran: — Çekinme, dileğini söyle, demiş. Avcı Ahmet: — O hâlde benim dileğim, sizin benim ağzıma tükürmeniz, demiş. Fakat Avcı Ahmet, tükürme sonucunda başına neler gelebileceğini bilmiyormuş. Şahmeran: — İyi bir şey iste. Bak, sen çok tehlikeli bir şey istiyorsun. Eğer yanlış bir hareket yapacak olursan bu senin sonun olur, demiş. Avcı Ahmet: — Yok, padişahım, ben ağzıma tükürmenizi istiyorum, demiş. Şahmeran, Avcı Ahmet’i bu dileğinden vazgeçiremeyince ağzına tükürmüş. Şahmeran, Avcı Ahmet’e: — Bu tükürme sonucunda bütün hayvanların konuşmalarını duyacak ve anlayacaksın. Senden başka hiçbir insanoğlu, bu konuşmaları anlayamaz. Eğer hayvanların konuşmalarını ve sana yapılan sihri birine anlatacak olursan ölürsün, demiş. Avcı Ahmet, Şahmeran’dan ödülünü aldıktan sonra vedalaşarak evine doğru yola çıkmış. Gece karanlığında yoluna devam ederken iki koyun sürüsü ile karşılaşmış. Koyun sürülerine saldırmaya hazırlanan kurtlar, çoban köpekleri ile pazarlık yapıyorlarmış. Kurtlar, köpeklere: — Aylardır açız. Ne olur bize bir fırsat verin de şu sürüden bir koyun alıp afiyetlice yedikten sonra yolumuza devam edelim, demişler. Köpekler: — Yok, size izin vermeyiz ama sahiplerimiz önlerindeki etten bize vermezlerse, siz istediğiniz bir koyunu alıp gidersiniz, demişler. Bu arada sürünün içinde kuzusunu kaybetmiş bir koyun da: — Bana yavrumu bulup getirene, yüz koyunluk bir koç vereceğim, diye bağırarak dolaşıyormuş. Avcı Ahmet büyünün etkisi ile kurtların, koyunların ve köpeklerin konuşmalarını duymuş. Konuşmaların hepsini de anlamış. Avcı Ahmet sonunda çobanların yanına gelerek: — Selamünaleyküm, demiş. Çobanlar: — Aleykümselam. Sen iyi bir insansın ki böyle bir ziyafetin üzerine geldin. Gel sofraya otur, demişler. Avcı Ahmet davet üzerine sofraya oturup bir etli kemik parçası almış. Kemiğin etini yedikten sonra kemiği köpeklere atmış. Kemiği köpeklerin kurtları kovması için atmış. Köpekler kemiği almanın sevinci ile olanca hızları ile pusuda yatan kurtların üzerine gitmişler. Durumdan habersiz olan çobanlar, köpeklerin ilk defa kurt kovalamasına şaşırmışlar. Çobanlar köpeklerin kurtları kovalama olayını Avcı Ahmet’e bağlayarak ona bir hediye vermek istemişler. Avcı Ahmet ilk başta bir şey istememiş. Çobanlar ısrar edince, Avcı Ahmet: — Sürünün içinde filan koyun var. Onu, kuzusu ile birlikte istiyorum, demiş. Çobanlar, koyunu ve kuzusunu bularak Avcı Ahmet’e vermişler. Avcı Ahmet, koyun ve kuzuyu alarak evine gelmiş. Evde karısı, koyunla kuzuyu görünce: — Hayrola bey! Ne oldu da koyunla eve döndün, demiş. Avcı Ahmet karısının bu sualini kısa bir cevapla geçiştirmiş. Çünkü olayı aynen anlatırsa ölecekmiş. Aradan epey bir zaman geçmiş. Avcı Ahmet’in bir sürü koyunu olmuş. Çobanların hediye ettiği kuzu da yüz koyuna bedel bir koç olmuş. Bir gün Avcı Ahmet’in karısı: — Bey, yarın babamı ziyarete gidelim. Bu koyunların yüzünden uzun süredir ailemi göremiyoruz, demiş. Avcı Ahmet: — Tamam, yarın gideriz, demiş. Sabah olunca Avcı Ahmet arabayı koşmuş, yola düşmüşler. Avcı Ahmet, kayınbabasına doğru yol alırken at ile tayının konuşmalarına şahit olmuş. At, tayına: — Yavrucuğum çabuk ol biraz, bana yetiş, demiş. Tay: — Ben daha küçüğüm anneciğim. Lütfen biraz yavaş git. Çok yoruldum. Daha fazla koşamıyorum, demiş. At ile tayının konuşmasını duyan Avcı Ahmet gülmüş. Kocasının gülmesine bozulan karısı: — Niçin gülüyorsun, demiş. Avcı Ahmet olayı anlatınca öleceğini bildiği için susmuş. Kadın, konuşmayan kocasına: — Eğer sen niye güldüğünü anlatmazsan, senden boşanırım, demiş. Olay biraz daha büyüyünce Avcı Ahmet arabayı geri döndürmüş ve tekrar evlerine gelmişler. Karısı ile Avcı Ahmet artık küsmüşler. Kadın, eşyalarını toplayıp temelli babasının evine gidecekmiş. Avcı Ahmet: — Acaba söylesem mi, söylemesem mi? Söylesem öleceğim. Söylemesem kadın gidecek, diye düşünürken yüz koyuna bedel bir koç ile bir koyun, Avcı Ahmet’in yanından geçmişler. Koyun bir hendekten atlayarak, koça: — Beni seviyorsan hendeği atlar, gelirsin. Eğer beni sevmiyorsan atlamazsın, demiş. Koç ise çok şişman ve kuyruğu çok büyük olduğu için beli veya ayağı kırılabilirmiş. Koç sonunda koyuna: — Sen benim olmazsan olma. Bana sürüde koyun mu yok, deyip hendeği atlamamış. Bu olaya şahit olan Avcı Ahmet’in kararsızlığı geçmiş: — Öyle ya! Bana kadın mı yok? Karı giderse gitsin. Ben bu olayı anlatamam. Çünkü daha gencim ve dünyada daha çok şey göreceğim, diyerek olayı anlatmamaya karar vermiş. Kadın ne yapsa Avcı Ahmet’in ağzından lâf alamayacağını anlayınca evi terk etmekten vazgeçmiş. Avcı Ahmet ve karısı, eski mutluluklarını yakalayarak çoluk çocuk sahibi olmuşlar. Avcı Ahmet ile ailesi; yemiş, içmiş, muradına geçmiş.
AYI KULAK
İç Anadolu Bölgesi
Sivas
Bir varmış, bir yokmuş. Ülkenin birinde, bir padişah varmış. Bu padişahın da bir kızı varmış. Kız bir gün sarayın bahçesinde oynarken bir dev, kızı kaçırmış. Kızı büyütmüş ve onunla evlenmiş. Kızdan bir çocuğu olmuş. Bu çocuğun vücudu normalmiş ama kulakları dev gibi büyükmüş. Buna “Ayı Kulak” derlermiş. Annesi devi hiç sevmezmiş. Bir gün ayı kulakla bir olup devi öldürmüşler. Bunun üzerine kız tekrar saraya babasının evine dönmüş. Kızın dönmesi şerefine kurbanlar kesilmiş, davullar çalınmış. Ayı Kulak’ı da okula göndermişler. Ama Ayı Kulak okuldaki herkesi ısırıyormuş. Padişah dayanamamış, bir gün Ayı Kulak’a: — Sana para vereyim, buradan git, demiş. Ayı kulak parayı almış, yola koyulmuş. Yolda bir arkadaşına rastlamış. Arkadaşının da işi gücü yokmuş, adı Dağ Tartan imiş.   Bunlar birlikte yola koyulmuşlar. Bir arkadaşlarına daha rastlamışlar. Bunun adı da Seyrek Basan’mış, bunun da işi yokmuş. Bunlar üçü bir olup yola koyulmuşlar. Az gitmişler, uz gitmişler bir şehre varmışlar. Bu şehirde hiç kimsecikler yokmuş. Çünkü bu şehirde yedi başlı bir dev varmış ve köydeki herkesi yemiş. Bunlar şehre yerleşmişler. Dev bunların evlerinden çıkan dumanı görmüş. Evlerine gelip bunlara saldırmış. Ayı Kulak ve arkadaşları devi yakalamış ve yaralamışlar. Bu arada dev oradan kaçmış. Devin kan izlerini takip etmişler, kan izlerinin sonu bir kuyuda bitmiş. Ayı Kulak kuyuya inmiş. Arkadaşları da kuyunun başında nöbet tutmuşlar. Ayı Kulak kuyunun dibine varmış ki dev, şehrin en güzel yedi kızını kuyuya getirmiş. Bunların en güzelinin dizinde kırk gün uykuya yatmış. Ayı Kulak yavaşça devi kızın dizinden çekmiş, öldürmüş. Şehri ve kızları kurtarmış. Bu arada kurtardığı kızlardan en güzel olanı, Ayı Kulak’a âşık olmuş. Ayı Kulak bu kızla evlenmiş ve o şehirde yaşamışlar.
AYININ OĞLU
İç Anadolu Bölgesi
Sivas
Zamanıyla memleketin birinde, bir oduncu yaşarmış. Bu oduncu zenginlere, ağalara ve padişahlara odun çeker, satarmış. Oduncu, günlerini böyle geçirirken günlerden bir gün yine odun kesmek için dağa çıkmış. Tabi bu arada da oduncu epey ihtiyarlamış, elden ayaktan düşer olmuş. Bu oduncu dağa çıktığında ayının bir tanesi bu oduncuyu kaçırmış. Yani oduncuyla evlenmiş. Gel zaman, git zaman derken bu oduncunun ayıdan bir oğlu olmuş. Bunlar bir mağarada ömürlerini geçirirlermiş. Ayı bunlara avlar, toplar, getirir mağarada bunları beslermiş. Ayı, ava giderken de mağaranın kapısının önüne kocaman bir kaya kormuş. Daha sonra da geçer, avına gidermiş. Günler böyle geçip gitmiş. Zamanla bunların oğulları büyümüş, gücü kuvveti her şeye yeter hâle gelmiş. Bu arada da babası olan oduncuyla anlaşırlarmış. Günlerden bir gün oduncu, oğluna demiş ki: — Oğlum, annen kapının önüne sürekli kocaman kaya koyuyor. Biz dışarı çıkamıyoruz. Hâlbuki dışarıda güzel gezilecek, avlanılacak yerler var. Bir de onları görsen. Senin bu kapıyı açman için ayı tarafından muhakkak bir sihir gücün olmalıdır. Sen bunu annenden öğrenmelisin. Annen geldiğinde ben uyuyor gibi yaparım. Sen de o arada öğrenirsin. Ayı, avlanmadan döndükten sonra oğlu, annesine sormuş: — Anne, ben ne kadar güçlüyüm böyle? Bunun sırrı nedir? Oduncunun da uyuduğunu gören ayı, oğluna demiş ki: — Senin şu demir topuzun elinde olduğu müddetçe yapamayacağın hiçbir iş yoktur. Bu topuzla neye vurursan o, paramparça olur. Yalnız, bunu bulunduğu kılıfından çıkarırsan sen ölürsün. Topuz, kılıfında olduğu müddetçe seni hiçbir güç yenemez. Bunları söyledikten sonra ayı, oradan ayrılmış. Ayının gittiğini fark eden oduncu da oğluna demiş ki: — Oğlum, o elindeki topuzla kapının önündeki kayaya vur da parçalansın. Biz de dışarı çıkalım. Oduncu bunu dedikten sonra oğlu, elindeki topuzla kapının önündeki kayaya vurması ile kayanın paramparça olması bir olmuş. Böylelikle oduncu ile oğlu dışarı çıkmayı başarmış. Bunlar dışarı çıkmış çıkmasına ama ayının oğlunu görenler çok şaşırmışlar. Çünkü oduncunu oğlu, yani ayının oğlu, yarı adam yarı kıllı, iri yarı bir yaratıkmış. Etrafta hemen: — Oduncu baba yanında acayip bir yaratıkla geri geldi, diye yaygara çıkmış. Tabi hemen oduncu babanın yanına gelmişler, oduncu baba da tabi ki: — Bu benim oğlum, demiş. Bunlar birkaç gün dinlendikten sonra bu oduncu babaya yine eski işine devam etmesi için teklif gelmiş. — Dağa odun kesmeye giderken oğlunu da götür, demişler. Oduncu baba da denileni yapmış, dağa odun kesmeye giderken oğlunu da beraberinde götürmüş. Tabi oğlu hangi ağacı gövdesinden kavrasa o ağacı kökü ile söküp çıkarıyormuş. O derece kuvvetliymiş. Bunun adı, namı yayılmaya başlamış. — Ayının oğlu ormanı kökü ile, budağı ile söküp getiriyormuş, gibi söylentiler etrafta yayılmaya başlamış. Böylelikle de aynın oğlunun ünü de gittikçe artmış. O arada da ayının oğlu, babasının yaptığı işten vazgeçmiş. Babasına da başkasının emri altında çalışmaması gerektiğini söylemiş ama babası bunu dinlememiş. Bundan sonra ayının oğlu, babasına veda ederek oradan ayrılmış. Bu ayının oğlu alıp başını bir zaman uzaklara gitmiş, giderken yolda birisine rastlamış. Rastladığı adam, ayağına bağladığı ağaçlarla dağı taşı sürüyormuş. O adamın yanına varmış ve selam vererek demiş ki: — Ne avlıyorsun burada? Bunun üzerine o adam demiş ki: — Buralarda tavşan avlıyorum. Bunun üzerine ayının oğlu sormuş: — Peki, ayağındaki nedir? — O kadar güçlüyüm ki beni ancak bu zaptediyor. Ayının oğlu şaşırmış: — Bu ne kadar güç, demiş. Bunu duyan o adam demiş ki: — Benim gücümde ne var ki? Bir ayının oğlu varmış ki ormanı kökü ile sökebiliyormuş. Bunu duyan ayının oğlu: — O ayının oğlu benim, demiş. Daha sonra karşısındaki de sormuş ki: — Peki, sen nereye gidiyorsun? Ayının oğlu: — Gurbete, diye cevaplamış. Bundan sonra karşısındaki adam: — Beni de götürür müsün, diye sormuş. Ayının oğlu da kabul etmiş. Bunların ikisi düşmüşler yola. Vara vara varmışlar ki bir yere, adamın bir tanesi ayağına değirmen taşı bağlamış, dağlarda gezdiriyormuş. Bunlar: — Bu ne kadar güç! Ayının oğlu bu adama da aynı soruları sormuş. Bu adam da çok güçlü olduğu için ayağına değirmen taşı bağlamış. Üçüncü adam da bunlara katılmak istemiş. Çünkü o da ayının oğlunun namını duymuş. Orada da ayının oğlu ile tanışınca onlara katılmaya karar vermiş. Bunlar, hayli devam etmişler. Az gitmişler, uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler. Bir yere varmışlar ki adamın bir tanesi kulağını yere dayamış, yeri dinliyormuş. Bunlar bu adamın yanına gelmişler. Selam vererek ne yaptığını sormuşlar. Adam da: — Benim kulağıma öbür dünyadan sesler gelir, diye cevaplamış. Bunlar yine şaşırınca yer dinleyen adam demiş ki: — Benim gücüm de ne var ki bir ayının oğlu varmış ki ormanları hep kökü ile sökermiş. Ayının oğlu orada kendisini ve yanındakileri tanıtmış. Yer dinleyen de bunlara katılmış. Olmuşlar dört kişi. Hayli yol aldıktan sonra bakmışlar ki adamın bir tanesi sürekli gökyüzünü denetliyormuş. Varmışlar yanına, selam vermişler. Ne yaptığını sormuşlar. O adam da demiş ki: — Bundan üç gün önce havaya bir ağaç fırlatmıştım. O ağaç henüz düşmedi. Onun düşmesini bekliyorum. Bunu duyan ayının oğlu ve yanındakiler, bu adamın gücüne de çok şaşırmışlar. Onu da yanlarına katarak yollarına devam etmişler. Hayli yol kat ettikten sonra bir yere varmışlar. Vardıkları yerde bir adamla karşılaşmışlar. O adam, kendisini bir pınarın akış yönüne bırakmış, suyun yönünü değiştiriyormuş. Bu adamın da yanına varmışlar. Selam vermişler. O adamla da tanışmışlar ve onu da yanlarına katıp yolarına devam etmişler. Bu altı kişi beraberce epey bir yol almışlar. En sonunda bir yola rastlamışlar. Yolun ortasında harami kılıklı birisini görmüşler. Bu harami, yolun ortasına insan kafatasları yığmış bir şekilde orada beklermiş. Bunların geldiğini gören harami, demiş ki: — Sizin geldiğiniz iyi oldu. Bana da sizin sayınız kadar kelle lazımdı. Bunu duyan ayının oğlu demiş ki: — Sana bizlerin kellesi lazımsa şöyle bir yol izleyelim: Sen bizlerin her birisi ile tek tek cenk et. Yendiklerini bağla ve onu kellesini al. Bu teklifi o yoldaki harami de kabul etmiş, daha sonra ayının oğlu, yanındaki arkadaşına dönerek demiş ki: — Ey arkadaş! Erlik, dağlarda değirmen taşı ile tavşan avlamak değil. Er meydanı burası. Göster hünerini. Böyle dedikten sonra ayının oğlu kenara çekilmiş ve arkadaşları ile o haraminin cenklerini seyretmeye başlamış. Bu harami, ayının oğlunun tüm arkadaşlarını cenkte yenerek bir kenara bağlamış. Sıra ayının oğluna gelmiş, Ayının oğlu, meydana çıkmış ve o harami ile cenk etmeye başlamış. Bu harami ile epey bir cenk ettikten sonra ayının oğlu, sihirli topuzunun da yardımı ile o haramiyi yenmiş. Ayının oğlu, bu haramiyi yere yıktıktan sonra yüzündeki peçeyi kaldırmış ki o harami güzeller güzeli bir kızmış. Kızın yüzü ayın on dördü gibi parlakmış. O kız, bu ayının oğluna demiş ki: — Yıllar önce ahdetmiştim. “Beni cenkte yenenin hanımı olacağım.”, demiştim. Sen de beni yendin. Artık ben senin hanımınım. Ayının oğlu bu teklifi kabul etmemiş. Orada bulunan o kızın cariyelerini de, o kızı da yanındaki arkadaşlarına almış. Oradaki evin kapısının önüne de bir ağaç dikmiş ve arkadaşlarına demiş ki: — Ne zaman ki bu ağacın yaprakları kurudu, o zaman gelin ve beni arayın. Bunu dedikten sonra ayının oğlu oradan ayrılmış. Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş, epey bir yol almış, en son bir konağın yanına varmış. Konağın kapısı altından ve pencereleri gümüştenmiş. Bu ayının oğlu, o konağa girmiş, girmiş ki ne görsün? İçeride perilerden daha güzel bir kız gergef dokuyormuş. Bu kızın her tarafında zümrütler takılıymış. Kızın yüzü, ay gibi parlarmış. Ayının oğlunun içeriye girdiğini gören bu kız, şaşırarak sormuş: — Kimsin sen? İns misin, cin misin? Buraya nasıl geldin? Bundan sonra ayının oğlu demiş ki: — Ne insim, ne cinim. Seni, beni yaratan Allah'ın kuluyum. Daha sonra o kız demiş ki: — Yıllar önce kendi kendime söz vermiştim. Bu binanın kapısını açmayı başarıp da buraya girebilen kimsenin hanımı olacağım. Bunu sen başardığın için artık ben senin hanımınım. Ayının oğlu da bunu kabul etmiş. O kızı kendisine hanım olarak almış. O kız, orada bu ayının oğluna "Şah Mehmet" diyerek de isim vermiş. Bu Şah Mehmet, dağa gider avlanır, toplar, getirirmiş. Böylece yaşamlarını sürdürürmüş. Şah Mehmet bir gün avdan gelerek hanımına demiş ki: — Ben ava çıktığımda seni sürekli özlüyorum. O altın saçlarından bir tel ver de avda aklıma düştüğünde çıkarıp koklayayım. Hanımı da bunu kabul etmiş, saçından bir tel vermiş. Yine günlerden bir gün bu Şah Mehmet ava gittiğinde aklına hanımı gelmiş, o arada hanımın saçını çıkarıp koklamaya başlamış. Tam bu sırada da bir rüzgâr gelerek o saçı, Şah Mehmet'in elinden alıvermiş. O saçı, uçura uçura bir göle düşürmüş. O gölde de bir balıkçı avlarmış. Balığı avladığı esnada ağlarına çok parlak bir şeyin takıldığım fark etmiş, hemen ağlarını çekmiş ve bakmış ki, çok parlak bir saç teli. O balıkçı, o saç telini alarak zamanın padişahına götürmeye karar vermiş. Saç teline karşılık padişahın kendisine mükâfat vereceğini düşünmüş. Çünkü o saç telinin bir eşi, benzeri daha yokmuş. Saç telini alarak padişaha götürmüş, vermiş. Padişah, saç telinin o yana tutup bakarken, bu yana tutup bakarken o arada bir cadı karısı bunu fark etmiş, hemen padişahın yanına gelerek demiş ki: — Ey padişahım! Bu güzelin saç teli böyle görkemliyken sen o saçın sahibi güzeli görsen ne yaparsın? Böyle diyerek padişahın aklını çelmiş. Hemen o balıkçıyı çağırarak o saç telinin sahibini nerede bulabileceğini sormuş. Balıkçı da durumu izah etmiş, saç telinin gelip de ağlarına takıldığını söylemiş. Sahibinin kim olduğundan haberinin olmadığım söylemiş. Balıkçı böyle dedikten sonra cadı karısının aklına hemen bir şeytanlık gelmiş, padişaha demiş ki: — Ey padişahım! Bana pabuçlarımın dolusu altın verirsen sana o saç telinin sahibi olan güzeli bulur, getiririm. Bu durum üzerine padişah demiş ki: — Sana istediğin kadar altın. Yeter ki o saç telinin sahibi olan güzeli bana bul, gel. Ondan sonra cadı karısı hemen uçan küpüne binmiş ve göğe yükselmiş. O saç telinin sahibi olan güzeli aramaya başlamış. Hayli bir zaman gökyüzünde dolaştıktan sonra o saç telinin sahibi olan güzelin kaldığı evi bulmuş. Hemen varmış, o evin bahçesine konmuş. Bahçede hemen inci, boncuk dizmiş. Bu Şah Mehmet, avdan gelince o ihtiyar cadı karısının bahçede durduğunu fark etmiş. Hemen karısının yanına vararak demiş ki: — Bahçeye bir ihtiyar cadı kadın küpüyle inmiş. Hacca gidiyormuş. Mola vermiş. Bu kadını misafir edelim. Şah Mehmet'in hanımı her ne kadar “Bu kadınlar zararlıdır, içeri alma” dediyse de Şah Mehmet, hanımını dinlemeyerek o kadını içeri almış, birkaç gün öylece durmuş. Onları takip etmiş, o arada da o kıza sürekli methiyeler diziyormuş: — Sırma saçlım, altın saçlım, diyormuş. Bir gün böyle, beş gün böyle dururken kıza demiş ki: — Sırma saçlı kızım. Seni bu altın, gümüş evde durman için bir büyük kuvvet tarafından korunuyor olman lazım. Nedir bu kuvvet? Kocan tarafından büyük bir kuvvetin olmalı. Eğer kocan seni seviyorsa o kuvvetin ne olduğunu sana söylemelidir. Şah Mehmet, avdan dönüce, hanımı sormuş ki: — Sende bir kuvvet var. Bu kuvvetin kaynağı nedir? Şah Mehmet, demiş ki: — Benim gücümün kaynağı şu topuzdur. Bu topuz ile neye vurursan o paramparça olur. Bu topuz bende olduğu müddetçe hiçbir kuvvet beni yenemez. Eğer bu topuzu kılıfından çıkarırsam ölürüm ben. Bu arada da cadı karısı bunları dinlermiş. Bunlar gece yatarken  kalkmış, topuzu kılıfından çıkarmış ve bir kuyuya atmış. Sabah olmuş. Şah Mehmet'in hanımı uyanmış, cadı karısı uyanmış ama Şah Mehmet uyanmamış. Cadı karısı, kıza demiş ki: — Kocanı rahatsız etme de uyusun. Biz seninle bahçede gezelim. Böyle dedikten sonra o kızla birlikte küpünün yanına varmışlar. Cadı karısı o sırada demiş ki: — Hacca giderken götürdüğüm hediyelere bakalım. Hepsi de küpün içinde. O sırada kız, eğilip de küpün içine bakarken bu cadı karısı, kızı arkasından iteleyerek küpün içine düşürmüş. Kendisi de küpe binerek uçmuş. Varmışlar padişahın yanma. Kız, padişaha demiş ki: — Bana kırk gün mühlet ver. Kırk gün sonra senin olayım. Kırk gün boyunca şenlik olsun. Biz gelelim o altı kişiye. Onlar yiyip, içip günlerini geçirirken bir gün sabah kalkmışlar ki, o ayının oğlunun diktiği ağaç kurumuş. Bunlar durumu hemen anlamış ve ayının oğlunu aramaya çıkmışlar. Ararken herkes kendi hünerini göstermiş. Biri yeri dinlemiş, haber vermiş; birisi onları korumuş. Derken ayının oğlunu bulmuşlar. Ayının oğlu, yani Şah Mehmet, bayılmış gibi yatıyormuş. Hemen aralarında görev bölümü yaparak o topuzu aramaya başlamışlar. Birisi yeri sürmüş, birisi dinlemiş. Derken topuzu bulunduğu yerden çıkarmış, kılıfına koymuşlar. Bu arada da ayının oğlu uyanmış. Arkadaşlarını gören ayının oğlu, yani Şah Mehmet sevinmiş: — Benim sadık dostlarım beni ziyarete gelmişler. Bunu duyan arkadaşları demişler ki: — Ne ziyareti arkadaş, sen kaç gündür böyle yatıyorsun? Ayının oğlu hemen işi anlamış. Cadı karısının, sırma saçlı hanımını kaçırdığını fark etmiş. Hemen yola düşmüşler. Vara vara, araya araya o padişahın ülkesinde sırma saçlının izine rastlamışlar. O sırada da padişahın verdiği kırk günlük şenliklerin otuz dokuzuncu günüymüş. Bunlar hemen şehrin bir yanından girmişler. Ayının oğlu, yani Şah Mehmet demiş ki: — Ey arkadaş, senin göğe attığın insanlar üç gün düşmeyecek; senin şehre çevirdiğin su, şehri basacak. Sen şehri süreceksin, sen değirmen taşıyla düzleyeceksin. Böylelikle tüm arkadaşlarına görev vermiş. Şehirde bir hareketlilik olduğunu fark eden padişah durumu merak etmiş ve öğrenmeleri için adamlarını göndermiş. Padişaha: — Sırma saçlı güzelin sahipleri geldi, vermezseniz tüm şehri yıkacaklarmış, demişler. Padişah hemen şenlikleri durdurmuş. — Şehri yıkmayın da güzelinizi verelim, demiş. Sırma saçlı güzeli, sahiplerine teslim etmiş. Şah Mehmet ile o sırma saçlı güzel de birbirine kavuşmuşlar ve mutlu bir ömür geçirmişler.
Tuz Kadar Masalı
İç Anadolu Bölgesi
Sivas
Bir varmış, bir yokmuş. Bir padişahın üç oğlu varmış. Padişah bir gün oğullarıyla sohbet ederken onlara tek tek sormuş: — Çocuklar beni ne kadar seviyorsunuz? Önce büyük oğlan cevap vermiş, çok sevdiğini söylemiş. İkinci oğlan ise dünyalar kadar sevdiğini söylemiş. Bu, padişahın çok hoşuna gitmiş. Sıra üçüncü oğlana, yani en küçüğüne gelmiş o da babasına: — Ben seni tuz kadar seviyorum, demiş. Babası sinirlenmiş ve oğlunu kovmuş. Oğlu da gitmiş. Bu oğlan uzun bir süre okumuş ve vali olmuş. Kısa bir süre sonra oğlan, babasını yemeğe davet etmek istemiş, bir fermanla davet etmiş. Yalnız vali, yemeklerinin hiçbirine tuz konulmasını istememiş. Yemekler hiç tuz konulmayarak hazırlanmış. Padişah geldikten sonra çok güzel bir sofra kurulmuş. Padişah ve adamları sofraya oturup yemek yemeye başlamış. Padişah bakmış ki yemeğin hiç tuzu yokmuş. Diğer yemekleri de tatmış fakat onlarda da hiç tuz yokmuş. Padişah, tuz koymayı galiba unutmuşlar, diye düşünürken vali içeriye girmiş. Herkes ayağa kalkmış. Padişah şaşırmış: — Nasıl olur? Bu vali benim küçük oğlum, demiş ve oradakiler de: — Bu bizim valimiz, demiş. Baba oğul, sohbet etmeye başlamışlar. Padişah, oğluna yemeklerin tuzunun unutulduğunu söylemiş. Vali: — Hayır, unutulmadı. Ben koymalarını istemedim; çünkü senin tuzu sevmediğini söyledim, demiş. Padişah yemeklerin tuzsuz olmayacağını, tadının olmadığını söyleyerek oğluna: — Şimdi anladım, demek ki diğer oğullarım beni bugüne kadar kandırmışlar ama sen gerçekten seviyormuşsun, demiş ve sarılıp gözlerinden öpmüş.
BALIK ANNE İLE KELOĞLAN
Karadeniz Bölgesi
Ordu
BALIK ANNE İLE KELOĞLAN Bir varmış, bir yokmuş. Allah’ın kulu çokmuş. Çok söylemesi de günahmış. Üç kardeş varmış. Bunlardan biri de Keloğlan’mış. Kardeşlerin ikisi evliymiş. Kardeşleri çalışmaya gidermiş. Keloğlan evde kalırmış. Gelinler gelir, Keloğlan’a derlermiş ki: — Keloğlan kalk su getir. Keloğlan da dermiş ki: — Bugün yorgunum, yarın getiririm.  Keloğlan; tembel, çok üşengeç, böyle kötü bir oğlanmış. Bir gün böyle, her gün böyle… Bunu bir türlü yola getiremezlermiş. Büyük gelin biraz şeytanmış; küçük geline demiş ki: — Bak gelin, Keloğlan’a diyelim ki yarın kardeşlerin gelir. Üzüm, fındık, fıstık getirir. Biz yeriz, sana vermeyiz dersek, Keloğlan işi görür. Günlerden bir gün yine demişler: — Keloğlan, evde su yoktur. Keloğlan: — Bugün yorgunum, yarın getiririm. Gelinler: — Bak Keloğlan, yarın kardeşlerin gelir; fındık, fıstık getirir. Biz yeriz, sana vermeyiz, demişler. Keloğlan üflemiş, püflemiş. Kalkmış, bakraçları almış. Yola dizilip suya gitmiş. Günler böyle devam etmiş. Bir gün bir ırmağın kenarında suları doldurmuş, kenara koymuş, suyun akışını seyretmeye başlamış. Suyu seyrederken oradan bir alabalık geçmiş. Hemen çarpmış, alabalığı tutmuş. Demiş ki: — Bak alabalık, seni tuttum. Şimdi götürürüm, seni gelinlere veririm. Gelinler seni bir güzel temizler, kızartırlar; ben de yerim. Balık kurtulmak için hamle yaptıysa da kurtulamamış ve Allah tarafından balık dile gelmiş. Demiş ki: — Keloğlan beni bırak, benim yavrularım var. Şimdi beni beklerler. Keloğlan: — Yok, ben seni şimdi götürürüm, gelinlere veririm. Gelinler temizler, kızartır; ben yerim, demiş. Yine balık yalvarmış: — Etme, benim çocuklarım var, beni beklerler. Sen ne dersen onu yapayım. Keloğlan: — Ne yaparsın? Balık: — Dersin ki, “Altın deredeki balık; annenin emriyle, talihli Keloğlan’ın dileğiyle” her ne istersen bu yerine gelir. Olur mu, demiş. Keloğlan: — Tamam, kabul. Ben seni bırakıyorum, demiş. Bırakmış; balık geçmiş, gitmiş. Hemen Keloğlan demiş ki: — Altın deredeki balık; annenin emriyle, talihli Keloğlan’ın dileğiyle bakraçlar dolsun, evin yolunu tutsun. Bir de bakıyor ki bakraçlar dolmuşlar. Evin yolunu tutmuşlar. Hiç dökülmemek şartıyla eve gidiyorlarmış. Keloğlan da elini arkasına atmış, bakraçların peşi sıra gidiyormuş. Konu komşu, gelinler bakmışlar ki Keloğlan geliyormuş. Elinde sitiller yok. Su önde, Keloğlan arkada geliyormuş. Suyu eve koymuş. Keloğlan’a bu işin nasıl olduğunu sormuşlar, hiçbir şey söylememiş. Günlerden bir gün evde odun bitmiş. Gelinler: — Keloğlan evde odun yok, demişler. Keloğlan: — Bu gün yorgunum, yarın getiririm, demiş. Gelinler: — Bak Keloğlan, yine ağabeylerin gelecek; üzüm, fındık, fıstık getirecekler. O zaman biz sana vermeyiz, deyince üfleye, püfleye kalkmış. Demiş ki: — Altın deredeki balık; annenin emriyle, talihli Keloğlan’ın dileğiyle araba hazırlansın, yola düşsün. Araba kendi kendine hazırlanmış, yola düşmüş. Keloğlan arabanın üstüne oturmuş. Ormana varınca Keloğlan: — Altın deredeki balık; annenin emriyle, talihli Keloğlan’ın dileğiyle; balta kalk, odunları kes; arabaya yükle, demiş. Kendi bir kenara oturmuş. Balta kesmiş, kendi kendine yüklenmiş. Doğruca odunlar eve gelmiş. Herkes hayran kalmış. Sırrını sormuşlar, Keloğlan söylememiş. Böyle devam edip gitmiş. Günlerden bir gün padişahın sarayına gitmiş. Padişahın sarayına gidince, Keloğlan padişahın kızına vurulmuş. Keloğlan’a kız verirler mi? Birkaç sefer gidip gelmiş, kızı vermemişler. Kızın gönlü de Keloğlan’a düşmüş. Bu duruma padişah hiddetlenmiş. Bir sandık yaptırmış. Keloğlan’ı ve kızı, bu sandığa koydurmuş. Hizmetkârlarına: — Alın bunları, ırmağa atın, demiş. Sandığın ağzını kapatıp kilitlemişler. Bir ırmağa atmışlar. Irmakta epey bir zaman gittikten sonra Keloğlan: — Altın deredeki balık; annenin emriyle, talihli Keloğlan’ın dileğiyle sandık bir kenara çekilsin, kapağı açılsın, demiş. Sandık kenara çekilmiş. Kapağı açılmış, çıkmışlar ki bir dağın başı, ins yok, sis yok, hiç kimse yokmuş. Yiyecek bir şey de yok, hiçbir şey yokmuş. Böyle mağdur durumda kalmışlar. Keloğlan: — Sen padişahın kızısın. Ben alışığım böyle şeylere, sense alışık değilsin. Ne yapacak, ne edeceksin, demiş.  Kız tabi paniklemiş, hiçbir şey bulamayacağından korkmuş. Keloğlan demiş ki: — Sen hiç korkma, ben seni aç koymam. “Altın deredeki balık; annenin emriyle, talihli Keloğlanın dileğiyle” yemekler hazırlanmış. Bunlar yemişler, ıssız bir dağın başına gitmişler. Padişahın evi gibi bir ev yapılmış. Yine sihirli kelimesiyle padişahın evindeki cariyelerden, hizmetkârlardan aynısı bunların evinde de olmuş. Böyle devam edip gitmişler. Günlerden bir gün padişaha bir duyuru gelmiş: — Filan yerde bir padişah peydahlanmış. Aynen senin sarayından sarayı var, demişler. Tabi padişah, inanmamış. Hizmetkârlarını salmış, baktırmış. Onlar da gelip aynısını söylemişler. Padişah hâlâ öyle bir şeyin olacağına hiç inanmıyormuş. Günlerden bir gün padişahın kızı Keloğlan’a demiş ki: — Keloğlan, biz babamları yemeğe çağıralım. Bunlar padişaha haber salmışlar. Padişah gelmiş ki aynen kendi sarayından bir saray ve sofrada da sevdiği yemeklerden varmış. Kız babasına görünmemiş. Padişah, gördükleri karşısında şaşkına dönmüş. Keloğlan demiş ki: — Hani bir zamanlar sandığa koyup attığın Keloğlan’la bir kızın vardı. Ondan haber alabildin mi, demiş. Padişah: — Onlardan nasıl haber alayım? Sandığa koydum; attım, gitti. Onlar ölmüşlerdir, demiş. Keloğlan: — Hiç de ölmediler. Senin sandığa koyup attığın Keloğlan benim, işte bu da kızın, demiş. O sırada kızı içeri gelmiş. Padişah şaşkınlık içerisinde: — Böyle bir şeyin olması imkânsız, demiş. Böylece barışmışlar, yiyip içmişler. Padişah, Keloğlan’ı veziri yapmış. İki sarayı birleştirmişler. Çalışıp çabalayıp o ülkeyi kalkındırmışlar. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine…
BALIKÇI AHMET
İç Anadolu Bölgesi
Sivas
Bir varmış, bir yokmuş. Allah’ın kulu çokmuş. Az söylemesi, sevap imiş; çok söylemesi, günah imiş. Bir Balıkçı Ahmet varmış. Her gün gider, balık tutarmış. Balıkçılık yapar ve böyle geçinirmiş. Günün birinde, güzel bir balık tutmuş ve onu da satmayıp evine götürmeye karar vermiş. Balığın içinden güzel bir kız çıkmış ve evinin temizliğini yapmış, yemeğini pişirmiş. Akşam Balıkçı Ahmet evi böyle görünce şaşırmış. Bir gün, beş gün derken Balıkçı Ahmet işe gitmeyip neler olup bittiğini anlamak için evde kalmaya karar vermiş. Balığın içinden çıkan kızı görmüş ve sormuş: — İns misin, cin misin? — Ne insim ne cinim. Seni, beni yaratan Allah’ın kuluyum, demiş kız. Ahmet: — Peki öyleyse. Şu kabını yakayım, bir daha oraya girme. Kız: — Kabımı yakma, başına çok iş gelir, demiş. Ahmet dinlememiş ve kızın kabını yakmış. Bir gün padişah bu kızı görmüş ve çok beğenmiş. Ahmet’e türlü oyunlar yapmaya kara vermiş. Padişah, Balıkçı Ahmet’i yanına çağırtmış ve ondan bir çadır istemiş. Bu öyle çadır olmalıymış ki bütün esirler, hane halkı içine sığacak ve çadırın bir kısmı da boş kalacakmış. Ahmet: — Nasıl bulayım, demiş. Fakat padişah: —  Yoksa kellen gider, demiş.  Ahmet bunu düşüne düşüne eve gitmiş. Kız neler olduğunu sormuş. Ahmet de durumu anlatmış. Kız demiş ki: — Ben sana şu kabımı yakma, başına çok iş gelir, demiştim. Şimdi şu çubuğu al, beni tuttuğun gölün başına git. Anneme selamımı söyle, bizim küçük çadırı iste, demiş. Balıkçı Ahmet gölün başına gitmiş, çubuğu vurmuş; kızın annesi çıkmış. Ahmet söylemiş, kızın annesi de çadırı vermiş. Ahmet çadırı padişaha götürmüş. Padişahın söylediği gibi bütün halk içine dolmuş, bir tarafı da boş kalmış çadırın. Padişah şaşırmış ve bir oyun daha düşünmüş. Ondan bir salkım üzüm istemiş. Bu öyle bir üzüm olmalıymış ki bu üzümden herkes yiyecek yine de o salkım üzüm aynı kalacakmış. Balıkçı Ahmet: — Nasıl bulurum ben böyle bir üzüm, dediyse de padişah: —  Üzün bulunmasa kellesini vurulacağım, demiş.  Balıkçı Ahmet eve gelip kıza anlattığında kız yine çubuğu vermiş ve ona çubuğu göle vurmasını ve annesinden küçük salkım üzümü istemesini söylemiş. Balıkçı Ahmet bunları yapmış ve üzümü padişaha getirmiş. Herkes üzümden yiyormuş ve üzüm olduğu gibi yerinde duruyormuş. Padişah yine şaşırmış. Bu sefer de kandıramamış. Padişah, Balıkçı Ahmet’i tekrar yanına çağırmış ve bu kez ondan annesinden yeni doğmuş bir çocuk istemiş ve bu çocuğun yanında konuşmasını istemiş. Balıkçı Ahmet: — Olacak iş değil, dese de padişah dinlememiş. Ahmet yine eve gitmiş ve olanı biteni kıza anlatmış. Kız yine çubuğu vermiş ve demiş ki: — Bu çubuğu al, gölün başına vur. Bizim küçük gelin hamileydi, o çocuğu al, götür. Balıkçı Ahmet gitmiş göle, çubuğu vurmuş ve annesinden bebeği istemiş. O da yeni doğmuş bu bebeği götürürken: — Bu çocuk padişahın yanında nasıl konuşacak, diye düşünmüş. Çocuk o anda konuşmuş: — Çabuk yürü enişte, üşüdüm, demiş. Çocuğu padişahın yanına koymuş, çocuk oturmuş ve demiş ki: — Konuş padişahım, hiç görülmüş müydü? Bir çadır kurulacak da içine bütün vezir, halk sığacak, bir tarafı da boş kalacak. Hey dizine kadar taş kesilesice. Bebek böyle der demez padişah dizine kadar taş kesilmiş. Bebek devam etmiş. — Konuş, konuş padişahım, hiç görülmüş müydü? Bir salkım üzümü bütün herkes yiyecek, yine de üzüm bitmeyecek. Hey göbeğine kadar taş kesilesice, demiş. Padişah göbeğine kadar taş kesilmiş. — Söyle söyle padişahım, hiç görülmüş müydü? Annesinden yeni doğmuş bir bebek, hiç anne sütü emmemiş bir bebek gelip karşında konuşacak. Hey boyuna kadar taş kesilesice, demiş. Padişah tamamen taş kesilmiş ve ölmüş. Balıkçı Ahmet bebeğini götürüp annesine vermiş. Kızla da evlenmişler. Kırk gün, kırk gece düğün yapmışlar ve muratlarına ermişler.
BALIKÇININ OĞLU
İç Anadolu Bölgesi
Sivas
Bir varmış, bir yokmuş. Vaktin bir zamanında bir padişah varmış. Bu padişahın hiç evladı olmamış. Aradan zaman geçmiş, yıllar sonra padişahın bir kızı olmuş. Padişah ülkesinde her şeyin yolunda gidip gitmediğini kendi gözleriyle görmek için zaman zaman tebdil-i kıyafet halkın içinde dolaşırmış. Padişah hem halkının durumunu görmek hem de yeni doğan kızının hevesi ile hava atmak istemiş. Bir gün lalasıyla giderken bir nehrin kenarına varmışlar ki bir adam kalemini suya batırıyor, kâğıda yazıyor yazıyor, nehre atıyormuş. Padişah: — Ne yapıyor bu, demiş. — Ne yazıyorsun, diye sormuşlar. — Cenab-ı Allah’ın emri ile Ahmet’in oğlunu, Mehmet’in kızına; Mehmet’in oğlunu, Ahmet’in kızına yazıyorum. Yani kim, kiminle evlenecekse bunları yazıyorum, demiş. Padişah: — İyi peki. Falan memleketin padişahının kızı olmuş, onu kime yazdın, demiş. — Evet, onu da yazdım. Bu yazdığım oydu işte. Onu falan beldede falan balıkçının çocuğuna yazdım, demiş. Padişah sinirlenmiş: — Şuna bak ya, bir padişahın kızı bir balıkçının oğluna yazılmış. Bu olur mu, demiş kendi kendine. Neyse “Tamam” diyorlar, oradan çıkıyorlar. Lalasına: — Lala, yaz bunun tarihini de bir yerde dursun, demiş. Aradan yıllar geçmiş. Padişah balıkçının oraya gidip kızıyla evlenecek oğlanı görmek istemiş. O memlekete varmışlar. Padişah gelince halk: — Bunu kim misafir eder, kim misafir eder? İşte falan balıkçı misafir eder, demişler. Bu balıkçının hiç çocuğu olmazmış. Balıkçı nehrin kenarında gezerken nehrin yüzünden bir çekmece gelmiş. Oradakiler merakla çekmeceye bakmış, balıkçı: — Arkadaşlar şu gelen cansa bana; malsa, paraysa size, demiş. Onlar da “Tamam” demişler. Nihayet çekmeceye dalga vururken, vururken kıyıya getirmiş. Bunu buluyorlar, alıyorlar ki bir oğlan çocuğu. Çocuk, başparmağını ağzına almış, eme eme geliyor. Sandığın içine hiç su değmemiş. Bu çocuğu alıp balıkçıya vermişler, o da alıp evine getirmiş. — Hanım, bak Allah bize bir çocuk verdi. Bize çocuk vermiyordu, demiş. Bu çocuğu büyütmüşler. Cenab-ı Allah bu çocuğun rızkını öyle bir bol yaratmış ki, ne derse o oluyormuş. Balıkçı o kadar zengin olmuş ki işte bu yüzden padişahı balıkçının evinde ağırlamaya karar vermişler. Yalnız çocuk, o kadar terbiyeli, o kadar sükûnetli ki başını yerden kaldırmıyormuş. Oğlan, ağırlayıp izzetleyince padişah anlıyor. — Evet, lala. İşte bu, o yazılan çocuk, demiş. Padişah bir mektup yazmış. O mektupta da şunlar yazıyormuş: — Ben kırk, elli gün gezeceğim. Vezirim sen isen ben varmadan bu gönderdiğim adam hemen geldiği dakikada kellesini kesip kayıp edeceksin. Padişah yazdığı mektuba tuğrasını vurmuş, mührünü vurmuş. Sabah olunca: — Bu, padişah mektubudur. Bunun için bana ehl-i temiz bir adam lâzım. Bu saraya gidecek teslim olacak. Bunu kim götürür, demiş. — Bir adam buluruz, demiş orada bulunanlar. Balıkçı: — Bu delikanlı benim oğlum, götürürse bu götürür, demiş. Padişah: — Tamam, götürsün. O götürsün, demiş. Mektubu bu oğlana vermişler. Bu oğlan mahcup bir delikanlıymış. Hiçbir yer bilmiyormuş. Bir at vermişler. Ona binmiş. Bir zaman gittikten sonra saraya ulaşmış. Saray, delikanlının memleketine çok uzak bir yerdeymiş. O yana dolanmış, bu yana dolanmış oğlan bir yer bulamamış. Yorgun uykusuz padişahın bahçesi olduğunu bilmeden oraya girmiş, ağacın dibine yatmış. Yorgun olduğu için yatınca uyuyup kalmış. Bu arada padişahın kızı sabah erken kalkmış. Camı açmış bakmış ki bahçede bir babayiğit, güzel bir delikanlı yatıyormuş. — Şaşılacak şey, bizim bahçemize kimse giremez, demiş. Usulca kimseye ses etmeden bahçeye inmiş. Kız bahçeye inmiş, oğlanın sağına soluna bakarken ceketinin cebinde bir mektup olduğunu görmüş. Usulca uyandırmadan mektubu çekip almış. Bakmış ki babasının yazısı, mührü, tuğrası var. Hemen zarfı hafifçe açmış. — Vezirim; bu gönderdiğim adamın, vardığı dakikada hiç hesap sormadan kellesini kesip kaybedesin, diye yazdığını okumuş. Mektubu alıp hemen eve çıkmış. Öyle bir mektup yazmış ki aynı babasının yazısını tutturarak: — Vezirim benim yolum biraz fazla sürecek, bu gönderdiğim çocuğa kızımı verdim. Vardığı dakikada kırk gün, kırk gece düğün yapacaksın. Ben varmadan bunları gerdeğe vereceksin, diye yazmış. Bu arada mektubu aynı yerine koymuş, oğlanı uyandırmadan kaçmış. O arada oğlan gözünü açmış ki gün kabarmış. Hemen kalkmış. Kapıdaki muhafızlar bunu yakalamış. — Nerden geliyorsun, sen kimsin, diyorlar. — Ben padişahın mektubunu getirdim. Bunu vezire vereceğim, demiş. Delikanlıyı alıp götürmüşler. Mektubu vezire vermiş. Vezir mektubu okumuş. Hemen tellalları çağırttırıp her tarafta kırk gün, kırk gece düğün başlatmış. Öyle bir düğün yapmış ki dillere destan olmuş. Padişah gelmeden de bunları gerdeğe vermiş. Aradan zaman geçmiş. Bir de haber gelmiş ki padişah geliyormuş. Padişahı kim karşılayacak, diye düşünürlerken içlerinden biri: — Damadı karşılasın, demiş. Damadı ve vezirleri önde, kız arkada padişahı karşılamışlar. Padişah: — Bu kim, demiş. — Damadın padişahım. Senin dediğinden beş misli fazlasını yaptım. Dillere destan bir düğün ile onları evlendirdim, demiş veziri. — Şu benim yazdığım mektubu bir getir bakayım, demiş padişah. Vezir: — Hay hay, padişahım, demiş. Mektubu padişahın eline getirip tutuşturmuş. Mektubu açıp okuyor ki: — Vezirim, bu gönderdiğim mektup ile adamın vardığı dakikada hemen düğününü kuracaksın; kırk gün, kırk gece düğününü yapacaksın. Ben gelmeden gerdeğe vereceksin. Yazılanları okuyunca padişah, çaresiz sesini çıkaramamış. Aradan zaman geçmiş ama padişah durumu hâlâ kabullenemiyormuş. Bir gün: — Vezirim, çabuk millete tellâl çağırttır. Falan yüksek mevkiiyi biliyor musun? O ovanın yüzüne herkes birer kucak, birer araba odun yığacaklar, demiş. Padişahın emri ile oraya dağlar gibi odun yığılmış. Padişah içinden: — Dur, ben onu ateşe attırayım da neyse görsün vaziyeti, demiş. Padişah odunları tutuşturmuş. Her tarafına birer bekçi dikmiş. — Buraya gelen, ben padişahın damadıyım, derse bile tutup içine atacaksınız, demiş. Bu arada kız önceki mektuptan haberi olduğu için durumu anlamış, üzülmüş. Her an kocasının başına bir şey geleceğinden korkuyormuş. Padişah damadını çağırttırmış. Kız durumdan şüphelenip kocasının peşinden gitmiş ve konuştuklarını duymuş. Padişah: — Ateşi yaktırdım. Git, bir bak; bekçileri kontrol et, demiş damadına. Delikanlı: — Tamam baba, demiş. Oğlan saraydan çıkmadan kız koşup oğlanı yakalamış. Şöyle olurdu, böyle olurdu diye oğlanı oyalamış. Babasının kendini öldürteceğini söyleyememiş. Şöyle, böyle derken kız yarım saat, bir saat, üç saat eğlemiş. Üç, dört saat geçince padişah: — Şimdiye kemikleri bile kalmamıştır. Bu kadar saattir yandı. Şuradan gidip bir bakayım, demiş. Pijamayla koşarak gitmiş. Muhafızlar: — Tutun geldi, demişler. O, padişah olduğunu söylediyse de hiç anlamamışlar. Padişahı kaldırıp ateşe atmışlar. Padişah cayır cayır yanmış. Bir de sabah olmuş, padişahın yandığı haberi yayılmış. — Ne olacak, padişahın yerine kim geçecek, demişler. — Kim olacak ya, padişahın damadı, denmiş. Balıkçının oğlunu oraya padişah seçmişler. Bunlar burada yiyip, içip muratlarına ermişler.   
BEYBÖĞREK
İç Anadolu Bölgesi
Sivas
  Vakti zamanında bir ülkenin bir padişahı varmış. Bu padişahın çocuğu olmazmış. Aynı zamanda vezirinin de çocuğu olmazmış. Vezir ile padişah bir gün gezmeye çıkmışlar. Bir su başına geldiklerinde durmuşlar. Orada oturup konuşurken padişah vezirine: — Lala senin de çocuğun yok, benim de çocuğum yok. Gel iki rekât namaz kılıp Allah’a dua edelim, demiş. Kalkıp abdestlerini almışlar, namaza durmuşlar. Namazlarını kıldıktan sonra dua etmişler. Bu sırada yanlarına bir pirî ihtiyar gelmiş. Padişaha ve vezire: — Selamünaleyküm, padişahım ve lala, demiş. Yanlarına oturmuş. Padişah şaşırmış, demiş ki: — Aleykümselam, ihtiyar. Sen benim padişah, bunun da lala olduğunu nereden biliyorsun? Derviş devam etmiş: — Sizin çocuklarınız olmuyor. Ben şikâyetlerinizi dinledim. Sizin derdiniz budur, deyip cebinden bir elma çıkarmış. Elmayı bunlara uzatmış, demiş ki: — Bu elmayı ikiniz bölüşüp hanımlarınızla yiyeceksiniz. Elmayı yediğiniz akşam karılarınızla zifafa gireceksiniz. Elmanın kabuğunu da tavladaki kısrağa yedireceksiniz. O kısrak da yedi senedir tay vermemiş. İhtiyar bunları söyledikten sonra ayrılmış, gitmiş. Geri dönen padişah ve lalası ihtiyarın dediklerini yapmışlar. Elmayı soymuşlar. Kabuğunu tavladaki kısrağa vermişler. Elmanın bir yarısını padişah diğer yarısını da lalası almış. Akşam olunca hanımlarıyla elmayı yemişler. Zifaf gecesi olmuş. Gel zaman, git zaman. Dokuz ay sonra hem padişahın hem de lalanın çocuğu olmuş. Padişahın bir oğlu, vezirin bir kızı olmuş. Bir zaman sonra padişah, vezirini başka bir vilâyete komutan olarak göndermiş. Padişahın hanımı da vefat etmiş. Başka bir hanımla evlenmiş. Bu hanım padişahtan daha gençmiş. Aradan zaman geçtikten sonra hanım, Yahudi aşçıbaşı ile arayı düzmeye başlamış. Bu arada çocuk yedi yaşına gelmiş. Fakat hâlâ ismi koyulmamış. Çocuk, padişahın huzuruna gelerek: — Babacığım, neden benim adım yok? Okula gidiyorum. Okulda beni, adsız diye çağırıyorlar, diye şikâyetlenmiş. Bunun üzerine padişah, vezirlerini toplayarak çocuğa isim bulunmasını istemiş. Üç gün üst üste toplanmışlar. İsim bulamamışlar. Dördüncü günü yine toplanmışlar. Çocuğa isim olarak kimi Ahmet, kimi Mehmet, kimi Ali, kimi Veli dediyse de bir türlü bir isim koyamamışlar. O anda dışarıdan evvelki gördükleri pirî ihtiyar selam vererek kapıdan içeri girmiş. Bunu gören padişah, adamı hemen tanımış tabi. Yerinden kalkmış. İhtiyarı kendi yerine oturtmuş. — İsmi koyacak kişi budur. Buyur derviş baba, çocuğun ismini sen koy, demiş. Derviş baba da: — Çocuğu buraya getirin. İsmini koyalım, demiş. Çocuğu getirmişler. Besmele ile bir, iki dua okuduktan sonra çocuğun sırtını okşayarak adını Beyböğrek koymuş. Daha sonra derviş: — Bu çocukla beraber doğan bir de tay vardı. Onu da göreceğim, demiş. Gitmiş, tavlada tayı görmüş. Onun da sırtını okşayarak adını Bengiboz koymuş. Adlar koyulduktan sonra yenilmiş, içilmiş, şenlikler yapılmış. Derviş baba bu arada sırra kadem basmış. Kaybolmuş. Aradılarsa da bulamamışlar. Padişah: — Boşuna aramayın. O gitmiştir. Bulunmaz, demiş. Çocuk okuluna gidip geliyormuş. Hanım sultan, Yahudi aşçıbaşıyla işi iyice ilerletmiş. Her gün buluşuyorlarmış. Çocuk bunların durumunu sezmiş. Hanım sultan ile aşçıbaşı, çocuk durumumuzu padişaha söyler diye ondan kurtulmanın yollarını aramaya başlamışlar. Hanım sultan: — Ben bu çocuğun yemeğine zehir atayım. Gelip yediği zaman zehirlenir ölür, demiş. Derviş baba, isimleri koyarken çocuğa demiş ki: — Okuldan çıktığın zaman atının yanına uğrayıp öyle eve gideceksin, demiş. Çocuk da bunu alışkanlık hâline getirmiş. Atının yanına uğramadan eve gelmiyormuş. Atını sevip, okşayıp öyle evine gidermiş. O gün de gelmiş. Bakmış ki atı ağlıyor. Neden ağladığını merak etmiş. “Bu ata dil versen de ben derdini anlasam.” diye Allah’a yalvarmış. Allah da duasını kabul etmiş. At konuşmaya başlamış: — Annenle Yahudi aşçıbaşı, yemeğine zehir koyup seni öldürecekler. Onun için ağlıyorum, demiş. Çocuk: — Yahu, onda ne var ki ben de yemeği yemem. — Yok, yememek olmaz. Bir kedi yavrusu al götür. Yemekten bir kaşık ver. Kediye bir şey olmazsa yemeği yersin. Kediye bir şey olursa, “Zaten yemeğin de keskinmiş.” der, çıkarsın. Beyböğrek de aynı şekilde atından aldığı öğüdü uygulayarak kedi yavrusunu götürmüş. Tabi yemek zehirli olduğu için kediye verir vermez kedi ölmüş. O da yemeği yemeden bırakıp çıkmış. Yemeğini dışarılarda yemiş. Hanım sultan, aşçıbaşının yanına gitmiş. Demiş ki: — Çocuk ölmedi. Ne yapacağız? Aşçıbaşı da hanıma: — Yarın yıkanacağı suyun içine zehir koyarsın. Elbisesini değiştirirsin. Giyeceği elbiselerini de zehirlersin. Kimse bir şey anlamaz. Daha iyi olur, demiş. Hanım “Peki” demiş, kabul etmiş. Devrisi* gün aynı planı uygulamışlar. Beyböğrek okuldan gelirken yine atının yanına uğramış. Bakmış, atı yine ağlıyor. — Yahu atım, neden ağlıyorsun? — Bu gün de çamaşırını, suyunu zehirlediler. Zehirli suyla yıkanacaksın. Zehirli çamaşırları giyeceksin. Bunlar senin ölümünü düşünüyorlar. — O zaman ben de yıkanmam. — Yıkanmamak olmaz. Suyu banyoda devir, akıp gitsin. Çamaşırları da pencereden dışarı at. Beyböğrek de gidip aynısını yapmış. Yine Beyböğrek’e bir şey olmadığını görünce bunlar şaşırmışlar. Ne yapmak lâzım buna diye düşünürken aşçıbaşı: — Ben görüyorum, her gün okuldan gelirken tavlaya atının yanına gidiyor. Bunda bir sır var. Ne yapıyorsa bu at yapıyor. Biz bu ata bir şey düşünelim, demiş. Yahudi akıllı birisiymiş, demiş ki: — Sen hastalanacaksın, bütün doktorlar senin başına gelecekler. Fakat hastalığına bir şey bulamayacaklar. Ben doktor kıyafetiyle geleceğim. Hastalığının ne olduğunu söyleyeceğim. Atın yüreğinin, böbreğinin hastalığına derman olduğunu söyleyeceğim. Padişahın gönlünü edip o atı kestireceğiz. Bunlar anlaşmışlar. Devrisi (ertesi) gün kadın yatağa düşmüş. Üç, beş gün “Vay öldüm, vay bayıldım, vay gittim, vay geldim”, diyerek yatmış. Padişah doktorları çağırmış. Doktorlar bir şey bulamamış. Hastalığı yok ki ne bulsunlar? Kadın, padişaha demiş ki: — Padişahım, ben filan yerde bir doktor duydum. Onu getirt. Yahudi’ye haber salınmış. Doktor kıyafetiyle çıkmış, gelmiş. Hanıma bakmış: — Eyvah padişahım! — Ne oldu? — Hanımızın derdi çok büyük desem dilim tutmuyor, diyemiyorum. — Nasıl dert yahu, niye dilin tutmuyor? — Buna bir küheylan atın yüreği, böbreği derman. Bunu yerse iyi olur yoksa hanımızın durumu hiç iyi değil. Bunları yemezse hanımınız ölür. Padişah “Böyle bir atı nereden bulacağız” filan deyince, hanımı demiş ki: — Senin, tavlada Bengiboz isimli küheylan atın var ya. Ondan küheylan at mı olur? — Nasıl olacak? Beyböğrek verir mi? — Verir. Senin oğlan, annesinden geçiyor da bir attan mı geçemiyor? Bu arada Beyböğrek de hem okuluna gidiyormuş hem de kılıç kuşanıp av avlıyormuş. Babası günlerden bir gün Beyböğrek’i çağırarak bu meseleyi anlatmış. — Oğlum, annenin hastalığını duydun. Doktorlar senin atının yüreğinin, böbreğinin bu hastalığa şifa olduğunu söylüyorlar. Annenden mi geçersin, attan mı geçersin, demiş. Beyböğrek şöyle bir düşünmüş, demiş ki: — Baba bir topuğu kıllı beygir için anneden geçmek olur mu? Feda olsun anneme benim atım, demiş. Sabah olmuş tabi. Beyböğrek okuluna gitmiş. Okuldan dönüşte atının yanına gelmiş. Bakmış yine ağlıyor ama bu defa daha çok ağlıyormuş. — Önce üç ağlıyorsan şimdi beş misli fazla ağlıyorsun. Derdin ne, diye sorunca: — Her gün bela senin başındaydı. Şimdi ise bela benim başımda. — Ne oldu? Senin başında ne bela var? — Sen beni babana vereceksin. Ona söz verdin. — Vermem. Sözümden dönerim. — Yok, sözünden geri dönmek olmaz. Babana gidip diyeceksin ki “Baba, ben bu atı vereceğim. Annemin hastalığı için feda olsun. Ancak Bengiboz, Bengiboz olalı; ben Beyböğrek, Beyböğrek olalı bir binip de şöyle bir yürüyüşüne bakmadım. Nasıl kuyruk tutuyor, nasıl kafa tutuyor, bunu merak ediyorum. Yoksa bir at anama feda olsun.” diyeceksin. O zaman bana eğer vuracaklar. Bineceksin. Öyle bir kamçı çekeceksin ki bana, bir o tarafa, bir bu tarafa gittikten sora bahçe duvarından sıçrarım. Seni de beni de kurtarırım. — Peki. Ondan kolay ne var? Yaparım inşallah. Ertesi gün atı kesmek için meydana getirmişler. Beyböğrek babasının etrafında dolanmaya başlamış. Bir yandan da of çekip duruyormuş. Padişah sormuş: — Ne oldu oğlum? Neden of çekiyorsun? — Baba ben Beyböğrek, Beyböğrek olalı; Bengiboz da Bengiboz olalı bir binip de yürüyüşü nasıldır, görmedim. İşte onun için gamlandım. — Oğlum bin. Biraz gez, ondan sonra keseriz. — Tamam baba. Biraz bineyim, ondan sonra kesersiniz. Atın eğer takımını getirmişler. Atı eğerlemişler. Beyböğrek’i bindirmişler. Bahçenin bir o başına bir bu başına gitmiş. Duvarın kenarına yaklaşınca Bengiboz’a kamçı çekmiş. Bengiboz şahlanıp duvarın öteki tarafına geçmiş. Yahudi “Yakalayın.” diye bağırıp çağardıysa da fayda etmemiş. At çoktan şehrin dışına çıkmış. Gide gide gidip bir şehre dâhil olmuşlar. Şehrin girişinde bir yaşlı kadın oturuyormuş. Vakit de akşam olmuş. Beyböğrek yaşlı kadına demiş ki: — Anne, ben bir garibim. Bir yeri bilmiyorum. Bu akşamlık beni misafir et. Yaşlı kadın: — Oğul, sen bir şehzade adamsın. Atın var. Şu atı koyacak yeri nereden bulayım? Size göre yerim yok, demiş. Beyböğrek kadına üç, beş tane altın vermiş. Bunun üzerine kadın: — Tamam oğlum. Yerim de var yurdum da var; akşamdan pişmiş pilavım da var. İçeri gel, demiş. Atı bir yere çekmiş. Beyböğrek’i de içeri almış. O gece orada dinlenmiş. Sabah kalkmış, bakmış ki kalabalık toplanmış bir yere gidiyor. Neneye sormuş: — Nene bu kalabalık nereye gidiyor? — Oğul, hiç sorma. Burada bir kanlı kız var. Adam kafasından kale yapıyor. — Neden böyle yapıyor, derdi ne? — Adına Akkavak kızı derler. Buranın ordu komutanının kızıdır. Kızın vaadi varmış. “Benimle evlenmek isteyen adam benimle güreşecek, kuyunun ağzındaki büyük kayayı kaldıracak, benimle at yarışı yapacak. Bu yarışları kim kazanırsa onunla evleneceğim.” diyor. Kazanamayanların kafasını kesiyor. Beyböğrek bunu duyunca “Ya Allah, bismillah” deyip atına binmiş. Kalabalığın olduğu tarafa doğru gitmiş. Atını bir kenara bağlamış. Kalabalığın içine girmiş. Mesele nedir, diye kalabalıktakilere de sormuş. Onlar da durumu anlatmışlar. O sırada kız için talipli olanları sıraya yazıyorlarmış. Beyböğrek de gitmiş sıraya yazılmış. Biraz sonra sırası gelmiş. Meydana çağırmışlar. Kızın yanına gitmiş. Kız, bir Arap donunda erkek kispetiyle duruyormuş. Demiş ki: — İşte şu taşı kaldıracaksın. Birinci vaadim budur. Beyböğrek: — Bismillah, ya Allah, ya Hızır Baba yetiş, demiş. Tabi Hızır Baba hemen yanında, taşı tutar tutmaz öbür tarafa atmış. Kız demiş ki: — Sıra benimle güreşmeye geldi. Güreşi de kazanırsan atlarımızla at yarışı yapacağız. Ondan sonra vaatlerim tamam olacak. İkisi de kispetlerini giyinip güreşe başlamışlar. Güreşte de tabi ki Hak vergisi Hızır eli değmiş birisi olan Beyböğrek, kızı alaşağı etmiş. Kız: — Tamam delikanlı. Bu işin de tamam. Şimdi atlarımız at yarışı yapacak. At yarışını da kazanırsan sen benimsin, ben de seninim, demiş. Atları getirmişler. Bu kızın seyrek basan bir atı varmış. Öbür atların beş adım attığına bu bir adımda kavuşuyormuş. Kız, ona güvenerek at yarışı istiyormuş. Beyböğrek’in atıysa, tabi ki Hak vergisi olduğu için, diğer atlara benzemiyormuş. Atlarını meydana çıkarmışlar. Yarış başlamış. Bengiboz, tabi Hak vergisi. Arayı açmış, gidiyormuş. Kız, atına ne yaparsa yapsın Bengiboz’a yetiştiremiyormuş. Atını o kadar sıkıştırmış ki atı devrilmiş. Orada çatlayıp gebermiş. Kız bağırmış: — Oğlan geri dön. Sen benimsin, ben senin. Bengiboz hiç durmamış. Çünkü kız yüzünü açar, Beyböğrek de görürse dayanamaz yarışı kaybedermiş. Bu nedenle Bengiboz yoluna devam etmiş. Bir müddet gittikten sonra Bengiboz durmuş. Kız bağırınca neden durmadığını da Beyböğrek’e anlatmış. Geri gelmişler. Hakikaten Bengiboz’un dediği gibi dünyalar güzeli bir kız. Kız, Beyböğrek’e demiş ki: — Ey âdemoğlu! Sen benimsin ben de senin. Benim bütün vaatlerimi yerine getirdin. Şimdi babama gideceğiz. Yükte hafif, pahada ağır neyim varsa alacağız. Sonra da beni nereye götürürsen götür. Ama merak ediyorum sen kimsin? İns misin, cin misin? Şimdiye kadar beni hiç yenen olmamıştı. — Ben, filan şehrin padişahının oğluyum. Bunun kim olduğunu o zaman kız anlamış. — Benim babam bir zamanlar, o padişahın yanında vezirdi. Lalaydı. Babam sonra buraya ordu komutanı oldu. Sen de ben de Hızır’ın verdiği elmadan olan çocuklarız. İkisi de birbirlerini tanımışlar. Oradan kızın babasının yanına gitmişler. Babasıyla görüşüp elini öptükten sonra Beyböğrek’in memleketine doğru yola çıkmışlar. Padişahın memleketine geldiklerinde padişaha müjdeler vermişler: — Padişahım, oğlun geldi. Bir de yanında dünyalar güzeli bir hanım getirdi. Padişah, müjdecilerin müjdelerini vermiş. Çıkıp oğlunu karşılamış. Gelinini ve oğlunu içeriye almış. Ancak hanım sultan Beyböğrek’in geldiğine hiç sevinmemiş. Geline şöyle bir ağız ucu ile “Hoş geldin” demiş. Beyböğrek’e de: — Rum kralının elinde babanın tutsakları var. Eğer yiğitsen gidip onları getirseydin. Gitmiş, Akkavak kızını getirmişsin. Sana göre kız mı yoktu? Nerde, kimi olsa alırdın. Erkekliğin varsa babanın tutsaklarını kurtarsaydın, demiş. Beyböğrek bu sözleri kendine yedirememiş. — Ben böyle kakınçla yaşayamam. Tamam anne, gider onları da kurtarırım, demiş. Akşam olmuş. Akkavak kızı ile Beyböğrek yataklarına yatmışlar. Yatınca Beyböğrek araya kılıcını koymuş. Akkavak kızı Beyböğrek’e sormuş: — Neden aramıza kılıcını koydun? — Sonra anlarsın. Sabah sefere çıkacağım. Zifafımız dönüşe kaldı. Sabah olunca yakın arkadaşlarından iyi silah kullanan otuz dokuz kişiyi toplamış. Kırk atlı, Rum kralının elinden tutsakları kurtarmak için yola düşmüşler. Gide gide gidip o memlekete yaklaşmışlar. Bir çayırlık yere geldiklerinde hem atlar dinlensin hem de biz dinlenelim, diye durmuşlar. Atları yayılsınlar, diye çimene bırakmışlar. Burası da sihirli bir yermiş. Bismillah deyip yatan yedi gün yatarmış, bismillah demeden yatan yedi ay yatarmış. Bunlar tabi yorgun argın oldukları için düştükleri gibi uyumuşlar. Sabah Rum kralı ile vezirleri konaklarından bakmışlar ki karşı çimenlikte kırk tane atlı görünüyor. Orada atlar var. Hemen adamlar salmışlar: — Bakın bunlar kimdir, necidir, demişler. Adamlar gelmişler ki hepsi uykuda yatıyorlarmış. Hiç kimse uyanmıyormuş. Tabi bunların hepsini toplamışlar. Beyböğrek’e sıra gelince Bengiboz gelmiş. Beyböğrek’i karnının altına almış. Önüne geleni kapıyor, arkasına geleni tepiyormuş. Ne yapmışlarsa alamamışlar. Krala haber salmışlar: — Burada bir at var. Sahibini karnının altına aldı. Ne yaptıysak elinden alamadık. Biz ne yapalım? Kral: — Demek ki o küheylan bir atmış. Hayvana dokunmayın, yazık olur. Yalnız havaya bir, iki el kurşun sıkın. At değil mi ürker, bırakıp gider, demiş. Gelmişler, aynı şekilde havaya iki, üç el ateş etmişler. O kalabalığa, o silahın sesine at ürkmüş. Kaçmış, gitmiş. At gidince Beyböğrek’i de almış, götürmüşler. Bunların Türk asıllı olduğunu anlayan kral hepsini zindana koymuş. Bunlar günleri tamam olunca uyanmışlar. Yedi gün mü olmuş, yedi ay mı olmuş uyanmışlar. Uyandıklarında kendilerini mahzende bulmuşlar. “Ne oldu bize? Buraya nasıl geldik?”, diye soruyorlarmış. Buranın, kralın mahzeni olduğunu öğrenmişler. Çaresiz orada kalmışlar. Kralın bir bayram günü olurmuş. O bayram gününde de bütün mahkûmları gezsinler diye, bahçelere çıkarırlarmış. Yalnız Beyböğrek’i bahçeye çıkarmamışlar. Atı gelir, bahçeden götürür diye. Bunu almış kalenin başına çıkarmışlar. Akşam olmuş, bütün mahkûmları içeri almışlar. Beyböğrek tek başına kalenin başında olduğu için, hiç kimsenin hatırına gelmemiş. Beyböğrek gece orada kalmış. Gece sabahlara kadar yaratana, “Bana bir kurtuluş yolu ver”, diye yalvarmış. Sabah şafak attığı sırada bakmış ki karşıdan bir kervan cangır cangur geliyormuş. “Acaba bunlar bizim o taraftan mı? Bizim o taraflardan haberleri olur mu olmaz mı?”, diye düşünüyormuş. Sonra da demiş ki: — Neyse, biraz daha yakınlaşsınlar. Bunlara bir, iki deme diyeyim. Bizim o tarafları biliyorlar mı? Memleketimi tanırlar mı? Kervan kalenin yakın bir yerine geldiği sıra babasının memleketini, yeni getirip evde bir gece dahi yanında misafir kalmadığı hanımını, elini kulağına atıp sormuş:           — Mesken oldu, bize kalenin başı,  Gözümden akıttım kan ile yaşı,  Gelsin buraya da bezirganbaşı,  Ondan da bir haber verin, hocalar. Kervancıbaşı demiş ki: — Bu adam bir şeyler soruyor. Yavrum, buna kim bir cevap verirse öndeki sarı katırı yüküyle ona vereceğim. Kervancıların içinde gözü açık bir Keloğlan varmış. Sıçrayıp katırına binmiş. Cevabı ben vereceği diyerek gitmiş. Keloğlan: — Elleham (galiba) sen bir velisin.  Kadir Mevlâ’m seni kayırsın,  Sana kimler derler, kimin neyisin?  Söyle yiğit, kelâm gelsin dilinden. Beyböğrek: — Babam padişah, kendim Beyböğrek.    Ondan da bir haber verin hocalar. Keloğlan: — Yahu, bu padişahın oğlu Beyböğrek’miş. Buna babasından, ailesinden haber verelim, deyip devam etmiş: — Babanı sorarsan beli büküldü,    Ananı sorarsan gözü tutuldu,    Kız kardeşin kara giydi, oturdu,    Biz buralardan böyle gittik, Beyböğrek. Beyböğrek: — Mevlâm nasip etti, rastladım sizi,     Allah’tan gelene gönlü razı,     Bengiboz ile Akkavak kızı,     Ondan da bir haber verin, hocalar. Keloğlan: — Senin ocağın batsın. Bu nasıl soru? Akkavak kızını verdiler. Şimdi bunu ona nasıl söyleyeyim? Aman, ne yaparsa yapsın. Ben bunu söyleyeceğim. O da olanı bilisin, demiş. Sonra da olan biteni anlatmış. Akkavak kızının, kel vezire verildiğini filan da söylemiş. Beyböğrek: — Yığılsınlar, derilsinler, gelsinler.     Kim ölür de kime kalır desinler?     Baltacıoğlu kel vezire versinler.     Kaç ay, kaç gün mühlet koydular? Keloğlan diyor ki: — Bari gününü de söyleyeyim, gideyim. Nasıl olsa sarı katırı yüküyle aldım. Keloğlan: — Ne yalan söyleyeyim, bayrak kuruldu,     Düğün atlarına kolayan vuruldu,     Üç ayla üç gün müddet verildi,     Üç ay gitti, üç gün kaldı Beyböğrek. Keloğlan bunu söyler söylemez Beyböğrek sızmış, kalmış. Kervancılar vedalaşıp gitmişler. Aradan zaman geçince zindancı başı mahkûmları saymış, bir kişi eksik çıkmış. Nerede olduğunu sormuş, kalenin başında olduğunu söylemişler. Zindancı başı “Sabah alın!” demiş. Beyböğrek orada biraz düşünüp taşındıktan sonra aklına bir fikir gelmiş: — Ya ben bir, iki de şu Bengiboz’a çağırayım. Belki bir yerde kulağı duyarsa yanıma gelir. Acaba atım nerededir? Beyböğrek atını çağırmak için elini kulağına atmış. Bengiboz için bağırmış: — Sabah oldu, tan yeri atmadan,     Cümle kuşlar destur olup ötmede,     Kâfir kral örtüsünden kalkmadan,     Yetiş Bengiboz’um, yâr elden gitti.     Sabah oldu, tan yerleri ışıyor,     Ateş oldu, ciğerlerim pişiyor,     Bengiboz’um nerelerde kişniyon?     Yetiş Bengiboz’um, yâr elden gitti. Bengiboz da bıraktığı o çimenlik yerde imiş. Bengiboz diz boyu kadar ot olmayan yerde yayılamıyormuş. Yeni bir otlu, sulu yere gideceği sıra Beyböğrek’in sesini duymuş. Tabi bu Hak vergisi olduğu için sesi duymuş. Duyar duymaz sesin olduğu tarafa gitmiş. Beyböğrek bakmış ki karşıdan bir duman geliyormuş. Acaba Bengiboz mudur, diye merak etmiş. Tekrar elini kulağına atmış, seslenmiş: — Duman sandım, ayağının tozunu,     Mevlâ’m kısmet etse görsem yüzünü,     Öpeceğim tırnağını, gözünü.     Yetiş Bengiboz’um, yâr elden gitti. Beyböğrek bunları deyip bitirmeye kalmamış, Bengiboz gelmiş. Kalenin önünde durmuş. Kralın da yetişkin bir kızı varmış. Beyböğrek kervancılara, ata söylerken bu kız pencereden dinlemiş. Hatta babasına, “Kâfir kral örtüsünden kalkmadan; yetiş Bengiboz’um, yâr elden gitti” filan dediğini hep duymuş. Bengiboz’a söylediği sıra kralın kızı Beyböğrek’in yanına gelmiş. — Buradan kurtulup gidersen bunlar sana hediyem olsun, demiş. Elindekileri Beyböğrek’e uzatmış. Yedi sene işlediği çevreyi bir de babasının üfürüklü ağızlığını vermiş. Beyböğrek bunları almış, cebine koymuş. Kız merdivenlerden aşağı giderken Bengiboz gelmiş. Beyböğrek, at gelir gelmez kaleden üzerine atlamış. Atın üstüne biner binmez: — Hadi Bengiboz’um deeehh, demiş. Bunun üzerine Bengiboz Beyböğrek’e: — Ey insafsız adam! Ben şunca zamandır yazlarda, çöllerde dolaşıyorum. Ot bulduysam diz boyu yayıldım. Dizime yetişecek su bulduysam içtim. Ağzımda dilim kopmak üzere. Belimde eğer yara etti. Belim kopmak üzere. Sen hemen sürüyorsun. Aç bir bak. Ondan sonra benden dileğini dileyeceksin. Beyböğrek kralın kızının yedi senedir işlediği çevreyi hemen atın sırtındaki yaraya vurmuş. O üfürük ağızlıkla da diline üfürüp atın sırtına binmiş. Beyböğrek ata atlar atlamaz Bengiboz şahlanmış. Beyböğrek, gel ha gel, günlerden bir gün babasının memleketine gelmiş. Üçüncü gün dolmuş. Akkavak kızını vezire vermişler. Düğün olmuş. Gelini indirmişler. Düğün yemeği filan veriliyormuş. Beyböğrek o sıralar gelmiş. Şehrin girişinde bir çeşmenin başında oturmuş. Bir de orada saz bulmuş. Kendi kendine demiş ki: — Bu düğüne yetişirsem hiç bozgunluğa vermeden (kendimi tanıtmadan) önce Akkavak kızına görüneyim. Bakayım, benden vazgeçti mi, yoksa beni tanıyınca iş değişecek mi? Çeşmenin başında otururken bakmış ki Bengiboz’dan sonra olan bir tay, bir de Bengiboz’un tazısı yanlarında küçük kız kardeşi suya geliyorlarmış. At da suyu her gün bulandırarak içermiş. At o gün gelmiş, temiz su içmiş. Tazı da oralarda oynaklıyormuş. Kız kardeşi bunlar böyle yapınca demiş ki: — Vay soyha kalasıca, demek ki Beyböğrek’in karısının zifaf gecesi olduğu için oynuyorsun. Sen de her gün suyu bulandırıp içiyordun. Şimdi suyu temiz içtin. Tazıya bir taş atmış. Beyböğrek tabi kız kardeşini, atını, tazısını tanımış. Orada sazına dokunmuş, kız kardeşine bir beyit söylemiş: — Atma bacım, atma tazıya taşı.     Bengiboz da Hüdayi’nin kardeşi.     Gözümden akıttım bunca yaşı.     Bizi de kavuşturdu Yaradan. Beyböğrek’in bacısı demiş ki: — Sen nerenin abdalısın? Gelip bana ne söylüyorsun? — Yok bir şey, bacı. Aklıma geldi de öylesine söyledim. Bana düğün evini göster. Ben oraya gideceğim. Orada biraz bir şeyler yer, karnımı doyururum. — İşte şurası. Bayrak görünen yer, demiş annesinin yanına koşmuş. Annesinin de eskisi gibi Beyböğrek’e kızgınlığı kalmamış. Yahudi ile olan ilişkisi de bitmiş. Aradan geçen zamanda yaşlanmış. Artık o da Beyböğrek’in dönmesini istiyormuş. Kız gelmiş, annesine: — Anne bir abdal bana türkü söyledi. “Bengiboz Hüdayi’nin kardeşi, bizi kavuşturdu Yaradan” filan bir şeyler dedi. Ben bir şey anlayamadım. Kızdım. Kızınca bana düğün evini sordu, demiş. Annesi de kızına demiş ki: — Kızım git, oralara tekrar bak. Eğer kardeşinse boynunun altında üç tane maden lira ile bir göz boncuğu vardır. Onlar duruyorsa kardeşindir. Bir de açtır. Şu düremeci, götür de yesin. Kız düremeci alıp koşarak gelmiş. Beyböğrek de bahçenin arasından düğün evine gidiyormuş. Kız: — Az dur, kardeş. Biraz önce düğün evine gideceğim, demiştin. Düğün evi kalabalık olur belki sana yemek veren olmaz. Ben sana düremeç getirdim. Şunu kardeşim olarak al, karnını doyur. Yine düğün evine gidersin. Beyböğrek elini uzatmış: — Tabi bacım, biz kardeşiz. Yerim, demiş. Kız itiraz etmiş: — Yok, ben eline vermem. Ceketini kaldır, koynuna koyacağım. Beyböğrek ceketini kaldırmış. Kız bakmış ki maden liranın birini bozdurmuş, biri duruyor. Göz boncuğu da yanında takılıymış. Kız hemen “Kardeşim!” diyerek Beyböğrek’in boynuna sarılmış. Beyböğrek: — Aman bacım, biraz önce de dediğim gibi bizi Allah, kavuşturdu. Ama benim geldiğimi duyurma. Ben şimdi düğün evine gideceğim. Al şu sazımı. Eğer düğün evinden “Dilenci istiyor.” diye haber gelirse esirgeme; sazımı, okumu, yayımı gönder, demiş. Kız tekrar koşarak evine gitmiş. Babasına, annesine müjde vermiş: — Anne baba müjde! Beyböğrek geldi. Yalnız “Ben dönünceye kadar sırrımı kimseye söylemeyin.” dedi. O düğün evine gitti, demiş. Annesi, babası çok sevinmiş. Beyböğrek düğün evine gitmiş. Kadınların toplandığı yere oturmuş. Oradan bir çocuğa demiş ki: — Git, Beyböğrek’in sazını al da gel. Oradakiler: — Ya, onlar verir mi? Zaten yastalar. Beyböğrek: — Neden vermesinler? Verirler. Karısından geçtiler de sazından mı geçmeyecekler, demiş. Çocuk koşarak gitmiş, sazı istemiş. Kardeşine tembih ettiği için vermişler. Beyböğrek sazı almış eline çalmaya başlamış. Kadınlardan biri geçerken: — Aman kardeş, senin sazın mı var, demiş. — Evet bacı. Sazım da var sözüm de var. Kadın içeri girmiş. Oradakilere demiş ki: — Dışarıda bir abdal oturuyor. Sazı da var. Çağırsak, gelse iki saz çalsa da biz oynasak. Onlar da “Gelsin oynayalım.” demişler. Beyböğrek gelmiş. Kızın biri çıkmış oynamak için. Kız da Beyböğrek ile beraber giden, kralın hapishanesinde kalan Mustafacık’ın nişanlısıymış. Beyböğrek bunun için: — Kapınızın önü daracık değil mi?     İtinizin adı Baracak değil mi?     Seni seven Mustafacık değil mi?     Musdafacık’ın esir yatıyor, hey Allah’tan bulasın, demiş. Kız utanmış, demiş ki: — Mustafacık, Beyböğrek ile gitmişti. Bu abdal Mustafacık’ı söylüyor. Ben Mustafacık’ı unutup da oyunlar oynuyorum, demiş. Elinin kınasını silerek yerine oturmuş. Bir başka kadın oynamak için çıkmış. Beyböğrek onun için: — Başına takmış sümbül lalesi.     Eline yakmış Yemen kınası.     Şu gelen de Sehide’nin anası.     Sehide esir kaldı, hey Allah’tan bulasın, demiş. Kadın şaşırmış: — Benim Sehide’m de Beyböğrek ile gitmişti. Ben ne yapıyorum, demiş. Oyunu bırakmış. Başlamış elinin kınasını çıkarmaya. Akkavak kızını alan kel vezirin bir karısı varmış. Kadınlar kel vezirin eski karısına demişler ki: — Üzerine kuma gelmeyle ne olu? Gel, bir de sen oyna. İki dön, abdal bakalım sana ne diyecek? Vezirin karısı çıkmış ortaya, oynamaya başlamış. Beyböğrek vezirin karısı için: Ayağına giymiş nalını,   Gelir salını salını, Kel vezirin puşt g… v… gelini, Dön oyana gelin, dön o yana. Bunları duyan gelin demiş ki: — Allah ocağını batırsın. Yarın Akkavak kızı, benim başıma kalkar. Bir abdal sana bunları dedi, diye. Çıksın, bir de Akkavak kızı oynasın. Akkavak kızı da elinde bir şişe zehir, bir de hançer koltuğunun altında tutuyormuş. Son saate kadar bekleyip Beybörek gelmezse vezir ile zifafa girmeden zehri içecek, hançeri saplayacakmış. Beyböğrek’in sesini duyunca tanımış. Zehri, hançeri atmış. Çıkmış oynamaya. Beyböğrek, Akkavak kızının salına salına geldiğini görmüş. Başlamış söylemeye: — Kaşların enli enli,     Ne bakarsın kinli kinli,       Gelin mi oldun, iki dinli?     Dön oyna gelin, dön oyna.       Bırakmışsın Bengibozu,     Mevlâm abdal etti bizi.     Salınan şu Akkavak kızı,     Salınan dilber benimdir, benim,     Başımda salınan Akkavak kızı.     Salınan dilber benimdir, benim. Bunları söyleyince oradakiler anlıyorlar ki bu Beyböğrek. Hepsi bir ağızdan: — Senindir ağam, senindir, demiş. Bu arada kel vezire ayrı, padişaha ayrı “Beyböğrek geldi.” diye haber salınmış. Vezir ne yapacağını şaşırmış. Beyböğrek karısını almış, padişahın yanına götürmüş. Padişahın evinde yeniden düğün dernek başlamış. Beyböğrek, babasına demiş ki: — Baba, bu iş böyle olmaz. Beni öldü bilerek, yokluğumdan faydalanarak bu işi yapmışsınız. Madem adam düğün dernek kurmuş, yarım kalmasın. Kel veziri çağırıp bacımı ona nikâh edeceğim. Bacısını vezire vermiş. Kendisi de düğününe devam etmiş. Yine akşam yatağa yattıklarında Akkavak kızıyla arasına kılıcını koymuş. Akkavak kızı araya neden kılıcı koyduğunu sormuş. Beyböğrek cevap vermiş: — Benim vaatlerim yerine gelmeden bizim bu zifafımız gerçekleşemez. Beyböğrek iki gün kalmış, üçüncü gün babasından destur almış. Yanına beş, on iyi silahşor ve boynuzlu hayvanlardan bir sürü almış. Kralın memleketine varmışlar. Önceden konakladıkları o çimenlik, çayırlık yere gelmişler. Beyböğrek yanındakilere: — Burası sihirli. Biz burada uyuduk, krala esir düştük. Kimse uyumasın. Vakit akşam olamaya başlayınca boynuzlu hayvanların hepsinin başlarına birer tane mum dikeceksiniz. Yatsıdan sonra da hepsini yakacaksınız, demiş. Vakit yatsı olunca aynen Beyböğrek’in dediği gibi yapmışlar. Hayvanların boynuzlarındaki mumları ateşlemişler. Her yer ateş olmuş. Beyböğrek, krala iki tane elçi göndermiş. Elçilere demiş ki: — Söyleyin krala; acele tutsaklarımızı, esirlerimizi versin. Yoksa buraları ateşe verip yakacağız. Elçiler kral ile görüşmeye gitmişler. Kralın huzuruna çıkmışlar. — Biz filan ülkenin, filan padişahın elçileriyiz. Sizde olan esirlerimiz, tutsaklarımız var. Bunları almak için geldik. Bunları bize vereceksin. Yok eğer vermez isen tahtını başına yıkacağız. Her tarafı ateşe vereceğiz. İnanmıyorsan pencereden dışarı bak, demişler. Kral çıkmış, bakmış. Gerçekten de her taraf ateş içinde. Vezirini çağırmış: — Bizim ne harpten haberimiz vardı ne böyle bir ordunun geleceğinden. Ani bir baskına yakalandık. Ne yapmak lazım, diye sormuş. Veziri: — Kralım, ordu gelmiş. Bütün çevreyi sarmış. Ateşe verip bizi yakacaklar. Bizim hiçbir hazırlığımız yok. Askerin haberi yok. Askerimizi toplayıp, silahlanıp “Çıkın!” diyinceye kadar, burayı başımıza yıkarlar. Nasıl olsa adamların bizden fazla bir şey istediği yok. Sadece kendi tutsaklarını, esirlerini istiyorlar. Verelim gitsin, demiş. Kral da uygun görmüş. Esirleri, tutsakları bırakmışlar. Esirleri sayıyorlar kırk kişi olması gereken tutsak sayısı otuz dokuz çıkıyormuş. Bunlar Beyböğrek’i Bengiboz’un kaçırdığından haberleri yokmuş. Beyböğrek: — Eğer sayı tamam olmazsa kabul etmem. Yoksa kızını verirsin, demiş. Kral karşı çıkmış. Vezirleri ile toplanmış. Toplantıda vezirleri demiş ki: — Kralım, bir kız için şimdi memleketi ateşe verip yaktıralım mı? Türk gelmiş, kapımıza dayanmış bizi ateşe verecek. Türk’ün önünde duramayız. Ver gitsin. Kral da kabul etmiş. Otuz dokuz tutsağı, diğer esirleri bir de kralın kızını alıp sayıyı tamam etmişler. Evlerinin yolunu tutmuşlar. Arkadaşları bu camızları, öküzleri, keçileri ne yapalım diye Beyböğrek’e sormuşlar. Beyböğrek de: — Camızları sürün. Gitsin, şu gölde yatsınlar. Keçileri sürün, şu meşede yayılsınlar. İşte öküzleri sürün, şurada yayılsınlar, demiş. Sabah kalkmış, kral ile vezirleri bakmışlar ki öküzün boynuzunda mum, keçinin boynuzunda mum. Oyuna geldiklerini anlamışlar. Kral: — Vay Türk! Sen ettin, biz kaldık, demiş. Beyböğrek; otuz dokuz arkadaşı, babasının esirleri, bir de kralın kızı ile memleketine ulaşmış. Tekrar kırk gün, kırk gece düğün, toy etmişler. Önce Akkavak kızıyla sonra da kralın kızıyla nikâhlanmış. Böylece yiyip, içip muradına geçmiş. *devrünsi: Ertesi
BİR AĞABEY VE BİR KIZ KARDEŞ
İç Anadolu Bölgesi
Sivas
Bir varmış, bir yokmuş. Allah’ın kulu çokmuş. Çok söylemesi, günahmış…Köyün birinde bir adam yaşarmış. Bu adamın iki çocuğu varmış. Biri kız, diğeri erkekmiş. Bu çocukların anneleri ölmüş. Babası da bir başka kadınla evlenmiş. Üvey anne bu çocukların eline yarım ekmek verir, her gün çocukları oduna gönderirmiş. Çocuklar her odundan dönmelerinde: — Aramız deniz olsa da babamız bize kavuşamasa, diye Allah’a dua ederlermiş. Bir gün bunlar yine ormandan odun getirmeye gitmişler. Ormanda kaybolmuşlar. Babaları bunları aramış. Allah, çocukların ettiği duayı kabul etmiş; babayla çocuklar birbirlerine kavuşamamışlar. Bu iki kardeş bir çeşmenin yanında geceyi geçirmişler. Sabah olmuş. Ağabeyi ormanda yiyecek aramaya gitmiş. Kız, kendisine zarar gelmemesi için çeşmenin yanında bulunan kavak ağacına çıkmış ve orada beklemeye başlamış. Çeşmeye atını sulamak için bey oğlu gelmiş. Kızın gölgesi suya düştüğünde at suyu içmemiş. Atın niye su içmediğini anlamak için bey oğlu çeşmeye bakmış. Kızın gölgesini görmüş. Bey oğlu kıza: — Sen kimsin, ne işin var orada? İn aşağıya, demiş. Kız: — Ağabeyimi bekliyorum, inmem, demiş. Bey oğlu yanında bulunan balta ile kavağı kesmeye başlamış. Sabah olmasına rağmen kavağı bir türlü kesememiş. Bey oğlu yorulduğundan kavağı kestiği kadarıyla bırakıp evine dönmüş. Ormandaki tavşan, kavağın yanına gelmiş. Bey oğlunun kestiği yeri yalaya yalaya yeniden birleştirmiş. Bey oğlu tekrar gelmiş. Bu böyle üç gün sürmüş. Üç günün sonunda bey oğlu kavağı kesmiş. Böylece bey oğlu kızı ve ağabeyini alıp memleketine yaşadığı yere götürmek için yola koyulmuş. Yolda da bir Çingene kız görmüşler. Bey oğlu, bu Çingene kızını da almış. Hep birlikte bey oğlunun evine gitmişler. Bey oğlu, iki kardeş ve Çingene kızı için bir oda vermiş. Bu odada da bir tane yatak varmış. Akşam olmuş. Bunlar aynı yatağa uyumak için girmişler. Kızın ağabeyi: — Ben sizin ayak ucunuzda yatarım, demiş. Kızlar bu durumu kabul etmişler. Ağabey: — Bu bacımın ayağı, bu Çingene kızın ayağı, diyerek uyumuş. Sabah olmuş. Çingene kızı diğer kızı çok kıskanıyormuş. Bey oğlunun da bu kızdan hoşlandığını anlamış. Bu durum hiç hoşuna gitmemiş. Kızı kandırması gerekiyormuş. Bir plân kurmuş. Çingene kız: — Gel, gidelim. Şuradaki ırmakta yıkanalım, demiş. Kız kabul etmiş. Hazırlanıp yola koyulmuşlar. Bu sırada kızın ağabeyi geyik kılığına girip bunları takip etmeye başlamış. Kızlar yıkanmış, kız ırmağı izlerken Çingene kızı, diğer kızı itmiş. Kızı bir alabalık yutmuş. Bunu ağabeyi görmüş. Çingene kızı eve gitmeden, kızın ağabeyi eve gitmiş; olaydan habersiz gibi davranmış. Çingene kızı eve gelmiş. Akşam olmuş, uyumak için yataklarına girmişler. Oğlan her gece uyumadan önce dediği gibi yine: — Bu Çingene kızının ayağı, bu da bacımın ayağı, demiş. Ancak bacısının ayağını göremediği için: — Bacım nerede, demiş. Çingene kızı: — Bilmiyorum. Bugün bana ırmağa gidip yıkanacağını söylemişti. Benim haberim yok, demiş. Kızın ağabeyi, Çingene kızının yalanını ortaya çıkarmaya karar vermiş. Sabah olmuş. Çingene kızının yaptıklarını bey oğluna anlatmış. Bunlar birlikte bir plân yapmışlar. Kızın ağabeyi geyik kılığına girecek, Çingene kızı bunu kesip yemek istediğinde de geyik, kız kardeşini öldürdüğü ırmağın kenarında kesmesini isteyecekmiş. Kızın ağabeyi geyik kılığına girmiş. Çingene kızı bu geyiği görmüş. Çingene kızı: — Seni kesip yiyeceğim, demiş. Geyik: — Beni buradaki ırmağın kenarına götürüp, kesip yiyebilirsin, demiş. Çingene kızı geyiği, kızı öldürdüğü ırmağın yanına götürmüş. Burada tam geyiği keseceği zaman kızı yutan alabalık çıkmış. Alabalığın ağzından da kız çıkmış. Kız: — Çingene kızı beni itti. Alabalık beni yuttu, demiş. Kız, Çingene kızına: — Keskin ata mı razısın, keskin kılıca mı, demiş. Çingene kız: — Keskin kılıç, ciğerini doğrasın. Keskin ata biner de evime, memleketime giderim, demiş. Sonra bey oğlu da buraya gelmiş. Ağabeyi eski hâline dönmüş. Bu Çingene kızını hızlı koşan bir atın kuyruğuna bağlamışlar. Peşine de dört tane köpek salmışlar. Çingene kızı paramparça olmuş, ölmüş. Kızın ağabeyi, kız ve bey oğlu da bey oğlunun evine dönmüşler. Bey oğlu, kızı ağabeyinden istemiş. Ağabeyi de kız kardeşini vermiş. Kırk gün, kırk gece toy düğünü yapıp muratlarını almışlar. Darısı diğerlerinin başına…
BİR GÖZE BİR GÜL
İç Anadolu Bölgesi
Sivas
Yıllar önce köyün birisinde bir anne, bir baba, bir kız yaşarmış. Günün birinde anne ölmüş. Adam yeni bir kadınla evlenmiş. Üvey anne, her işi kıza yaptırırmış. Bir gün kız derede çamaşır yıkarken, padişahın oğlu kızı görmüş, âşık olmuş. Babasından kızı istemiş, babası da kızı padişahın oğluna vermiş. Kız gelin giderken üvey anne kıza yolda yesin diye, tuzlu bir çörek vermiş. Kız atın üstünde yola çıkmış. Kız, tuzlu çöreği yemiş, susamış: — Ana bana su ver, demiş. Üvey anne: — Bir gözünü ver ki, demiş. Kız dayanamamış susuzluğa, gözünün birini çıkarıp vermiş. Kız biraz sonra tekrar susamış. — Ana bana su ver, demiş. Üvey anne: — Öbür gözünü de ver ki, demiş. Kız öbür gözünü de vermiş. Saraya varmışlar. Padişahın oğlu kızı görünce: — Ben gördüğümde sen böyle değildin, demiş. Kız olanı, biteni oğlana anlatmış. Kız, oğlanın eline bir demet gül vermiş: — Git, çarşıda gül sat satarken de “Bir güle bir göz isterim” de, demiş. Oğlan köyün meydanına gitmiş, başlamış bağırmaya: — Bir göze bir gül, bir göze bir gül! Üvey anne gözün birini oğlana vermiş, oğlan gidip kızın tek gözünü takmış. Tekrar başlamış bağırmaya: — Bir göze bir gül! Bir göze bir gül! Üvey anne kızın ikinci gözünü de vermiş. Oğlan kızın diğer gözünü de takmış. Bu arada oğlanın sattığı güller zehirliymiş. Kadın koklayınca ölmüş. Kız ve oğlan da sarayda mutlu bir hayat sürmüş.
Bit Bacı ile Pire Bacı
İç Anadolu Bölgesi
Sivas
Bir varmış, bir yokmuş. Allah’ın kulu çokmuş. Çok söylemesi, günah; az söylemesi, sevapmış. Bir bit bacı ile pire bacı varmış. Bir gün sabah kalkmışlar ki kar yağmış. Bit bacı, sıyırgıyı alıp dama çıkmış. Karı, damı kürürken sıyırgının altında kalmış, ölmüş. Pire bacı varmış bakmış ki bit bacı ölmüş. Pire bacı saçını başını yolmuş, ağıtlar yakmış. Bir karga gelmiş: — Pire bacı niye saçını başını yoluyorsun, diye sormuş. Pire bacı: — Bit bacı sıyırgının altında kaldı, ben de saçımı başımı yoluyorum, demiş. Karga: — O zaman ben de kanadımı kırarım, demiş. Karga kanadını kırmış. Bir keçi gelmiş: — Karga kardeş, niye kanadını kırdın, diye sormuş. Karga: — Niye kanadımı kırmayayım, bit bacı sıyırgının altında kaldı, pire bacı saçını başını yoldu, ben de kanadımı kırdım, demiş. Keçi: — O zaman ben de bacağımı kırayım, demiş. Bacağını kırmış. Aksaya aksaya çeşmenin başına gitmiş. Çeşme: — Niye aksıyorsun keçi kardeş, demiş. Keçi: — Bit bacı sıyırgının altında kaldı, pire bacı saçını başını yoldu, karga kanadını kırdı, ben de bacağımı kırdım, demiş. Çeşme: — O zaman ben de bulanık akarım, demiş. O da bulanık akmaya başlamış. Sonra suya bir kız gelmiş. Çeşmeye: — Niye bulanık akıyorsun, diye sormuş. Çeşme: — Bit bacı sıyırgının altında kaldı, pire bacı saçını başını yoldu, karga kanadını kırdı, keçi bacağını kırdı, ben de bulanık akıyorum, demiş. Kız: — O zaman ben de testileri kırarım, demiş. Testileri kırmış. Eve gidince ailesi, testiler nerede, diye sormuş. Kız: — Bit bacı sıyırganın altında kaldı, pire bacı saçını başını yoldu, karga kanadını kırdı, keçi bacağını kırdı, çeşme bulanık aktı, ben de testileri kırdım, demiş. Annesi: — O zaman dünya batmış demektir, demiş. Yiyip, içip hoş muratlarına geçmişler…
Bülbül
İç Anadolu Bölgesi
Sivas
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde, zamanın birinde, bir padişah varmış. Bu padişahın üç tane oğlu varmış. Padişah ve oğulları bir cami yaptırmak istemişler ve camiyi yaptırmışlar. Tam namaz kıldıkları sırada bir ermiş kişi gelip: — İyi cami, hoş cami, bir şeyi noksan cami, deyip gitmiş. Bu durum birkaç gün böyle devam etmiş. Sonunda bir şeye karar vermişler ve padişahın küçük oğlunu kapının arkasına saklamışlar. Diğerleri namaz kılarken ermiş kişi yine gelmiş ve küçük çocuk bu adamı yakalamış. Ermişe, bu caminin neyi noksan, diye sormuşlar. Ermiş kişi: — Bir yerde bir bülbül var. Bu bülbülün yanında bir kral kızıyla kırk arkadaşı var. Bir dev de bunları tutmuş ve bırakmıyor. O bülbülü bu camiye getirin, demiş. Padişahın çocukları yola koyulmuşlar. Karşılarına üç yol çıkmış. Biri sağa, biri sola, küçük kardeş de ortadaki düz yola düşmüş. Büyük kardeşlerden biri hancı, diğeri kahveci olmuş. Küçük çocuk güzel bir yere varmış. Burada büyük bir ev karşısına çıkmış. Kral kızıyla kırk arkadaşını görmüş, yanlarına gitmiş. Kız, ne cesaretle buraya geldiğini sormuş. O da bülbülü almak için geldiğini söylemiş. Sonra da içeri girmiş, bülbülü yakalamış. Uyumakta olan devi de öldürmüş. Kızı da yanına alarak yola çıkmış. Yolda bir kuyu görmüşler. Kuyunun içinde bir devin olduğunu görmüş. Dev birkaç tane kız kaçırmış. Kızlar kuyudan bağırmışlar: — Ne olur, bizi buradan kurtar! Oğlan kuyuya inmeye karar vermiş. Bu sırada kralın kızı yanına gelip: — Kuyunun içinde yanına iki koç gelecek. Ak koça binersen yer yüzüne, kara koça binersen karanlık dünyaya gidersin, demiş. Küçük oğlan kızları kurtarıp devi öldürmüş. Bu sırada koçlar gelmiş. Oğlan ak koça bineceğine kara koça binmiş. Kara koçla karanlık dünyaya gitmiş. Küçük oğlanın yanına kuşlar gelmiş ve onu dışarı çıkarmışlar. Bu sırada büyük kardeşler, yollarını bulup evlerine geri dönmüşler. Kral kızıyla bülbül de oraya gelmiş. Bülbül camiye gelince her yer şenlenmiş. Fakat bülbül hiç ötmemiş. Büyük kardeş kızla evlenmek istemiş. Kız, bülbül ötmedikçe kimseyle evlenmeyeceğini ve bülbülü öttüren kişiyle evleneceğini söylemiş. Aradan seneler geçmiş. Küçük kardeş, köyüne gelip çoban olmuş. Kral kızının söylediklerini duymuş. Saraya gitmiş. Bülbül onu görünce ötmeye başlamış. Oğlan durumu anlatmış. Padişahın küçük oğlu olduğu böylece ortaya çıkmış. Oğlan, ağabeylerinin birini hancı; diğerini kahveci yapmış. Küçük oğlan da kral kızıyla evlenmiş. Kırk gün, kırk gece düğün yapmışlar.  
CADI KARISI
İç Anadolu Bölgesi
Sivas
Bir varmış, bir yokmuş. Memleketin birinde, bir karı koca yaşarmış. Bunların da bir tane oğlu varmış. Oğlanın babası tarlada çalışırmış. Anası oğlana, babasına götürmesi için azık vermiş. Yolda dikkatli gitmesi için de sıkı sıkı tembih etmiş. Çocuk yolda oynaya oynaya giderken karşısına bir tane cadı karısı çıkmış. Oğlan hemen eşeğin kulağına saklanmış. Cadı aramış, oğlanı bulamamış. Oğlan, cadı gidince hemen babasının yanına gitmiş. Azığı babasına vermiş. Demiş ki: — Sen azığı yiyene kadar, ben öküzleri yayayım, demiş. Hemen çeşmeye varmış. Giysilerini yıkamak için çeşmeye gelen cadı, o sırada bunu yine görmüş. Hemen bir ağacın dalına çıkmış oğlan. Cadı bağırmış: — Bana şuradan bir elma at ama kekiline bağla, yoksa çamura düşer, demiş. Oğlan elmayı kekiline bağlamış, atar atmaz elmayla birlikte yere düşmüş. Cadı hemen yakalamış, oğlanı evine götürmüş. Evde cadının bir de kızı varmış. Cadı kızına demiş ki: — Sen bunu yakala; kes, pişir. Ben dişlerimi biletip geliyorum, demiş. Oğlan cadı gittikten sonra kıza demiş ki: — Gel, seninle bir güreş tutalım. Kim yenerse, yendiğini kessin, demiş. Oğlan kızı devirmiş ve kesmiş. Tencereye atıp pişirmiş. Cadı karısı gelmiş: — Oh aferin kızıma, ne güzel pişirmiş, demiş. Tencerenin kapağını açmış ki tencerenin içindeki kendi kızı. Oğlan da tavana saklanmışmış. Korkudan terlemiş, terleri damlamış. Kadın hemen tavana yönelmiş. O sırada oğlan da kaçarken, tavandaki tahta cadının kafasına düşmüş ve cadı karısı ölmüş. Böylece kötülüğünün cezasını çekmiş.
CEMİLE
İç Anadolu Bölgesi
Yozgat
  Bir varmış, bir yokmuş. Bir ihtiyar varmış, bir karısı varmış. Bir tane de kızları varmış, adı da Cemile imiş. İhtiyarın karısı ölmüş. Bu sonradan evlenmiş. Bunların iki göz odaları varmış. Birinde karıyla koca kalırmış. Diğeri kilitli dururmuş. Cemile büyümüş. Cemile’ye evin bu odasını hiç göstermezlermiş. Analığı Cemile’yi yanına çağırmış: — Cemile, şu başıma bir baksana bit mi var, sirke mi var? — Tamam, bakayım. Analığını dizine yatırmış. Bakarken analığının başını temizlemiş. Yavaşça yere koymuş. Gitmiş, anahtarla kapıyı açmış. Kapıyı açmış ki odada hiçbir şey yokmuş. Bir ayna, bir de çeşme varmış. Kapıyı kilitlemiş. Hemen gelmiş, anahtarı analığının beline bağlamış. Analığının başına bakmaya devam etmiş. Bu ara analığının yüreği sızlamış: — Kızım Cemile, git de su getir. Benim ciğerim yandı, bir içeyim, demiş. Kız gidince kadın oraya varmış, kapıyı açmış. Aynaya sormuş. — Ay mı güzel, gün mü, ben mi? — Ay da güzel, gün de güzel, sen de güzel. İlle de Cemile. Ayna bir delikanlıymış. Böyle deyince kadın demiş ki: — Ayna elden gitti. Kız sudan gelene kadar kadın kocaman bir egseri* getirmiş. Eşiğin üzerine çakmış. Cemile, helkelerle* gelirken nasıl oraya bastıysa bayılıp düşmüş. Babasının tek eşeği varmış. Bu eşeğiyle oduna gidermiş. Yalpalaya* yalpalaya gelmiş. Bakmış ki Cemile kapıda yatıyormuş. — Hanım, kızıma ne oldu? — Bey, Cemile öldü. Cemile’yi buralara gömme. Kefiküf Dağı’nın arkasına at. Babası kızı eşeğe yüklemiş, Kefiküf Dağı’nın arkasına götürmüş. Oraya varmış. Cemile’yi oraya bırakıp geri dönmüş. Ağlayarak gelmiş. Cemile orada az mı yatmış, uz mu yatmış? Altı ay ile bir güz yatmış. Yatarken bir bey oğlu gelmiş. Avlanıyormuş. O yana, bu yana bakarken Cemile’yi görmüş. Cemile’ye sinekler üşüşmüş. Cemile’nin kolundan tutmuş ki kolunun damarı atıyormuş. Ayağına bakmış ki koca bir egseri varmış. Çekmiş, çıkarmış. İleride bir bülbül yuvası varmış. Oradan biraz su almış, ağzına vermiş. Kız içerken seğirmiş ve ayağa kalkmış. Bey oğlu, kıza demiş ki: — İns misin, cin misin? — Ne insim, ne cinim. Seni, beni yaratan Allah’ın kuluyum. — Nereden geldin, nereye gidiyorsun? Kız başından geçenleri anlatmaya başlamış: — Evimiz iki gözdü. Analığım birini bana göstermezdi. Ben de analığımın cebinden anahtarı aldım, odaya baktım. Analığım da beni buraya attırdı. — Allah’ın emriyle bana gelir misin? — Gelirim. Bunlar sarılmışlar. Bir çalının dibine yatmışlar. Sabahleyin uyanmışlar ki o çalının dibi saray olmuş. Bunların bir çocuğu olmuş. Adını “Neydik” koymuşlar. Bir tane daha olmuş. “Neden Neye Kaldık”. Bir çocuk daha olmuş. “Tuzsuz” koymuşlar. Bunlar orada gel zaman, git zaman epey bir büyümüşler. Üvey anne: — Bey, Cemile’ye neden bakmıyorsun, nerede kalmış, demiş. — Hanım, Cemile öldü. Nereye bakayım ben. — Yok, Cemile’yi bulacaksın bana. Adam; durmuş, durmuş, duramamış. Kızını bıraktığı yere gitmiş. Adam Kefiküf Dağı’nın arkasına gelmiş ki kızı ortalarda yokmuş. Tek bir bina varmış. Kız kapıda oturuyormuş. Babasını yalpalayarak* gelişinden tanımış. — Neydik, Neden Neye Kaldık, Tuzsuz buraya gelin, diye çocuklarını çağırmış. Adam kapıda yavaş yavaş dolaşıyormuş. Kız, çocuklara demiş ki: — Şu, benim babam. Kapıyı açın, “Dayı açmısın, susuz musun?” deyin, kendinizi bildirmeyin biraz. Neydik, Neden Neye Kaldık, Tuzsuz dışarıya çıkmış. Çocuklardan biri: — Dayı nereden geldin, nereye gidiyorsun? Diğer çocuk: — Dayı, aç mısın? — Açım. Adamı yedirmişler, içirmişler. — Dayı, bugün bizim misafirimiz ol, demişler. Anneleri çocuklarına: — Yalnız beni ona göstermeyin, onu dışarıdaki odamızda misafir edin, demiş. Kız kendini hiç göstermemiş. Çocuklar ilgilenmiş. Bu arada kızın kocası gelmiş. Kız, kocasına demiş ki: — Bu, benim babam. Aman belli etme. — Tamam. Yedirmişler, içirmişler. Tanrı misafiri olarak ağırlamışlar. Kızın kocası, adama sormuş: — Nereden geldin, ne yapıyorsun? — Yavrum, böyle böyle oldu. Ben şimdi o kızı aramaya geldim. — Olur dayı, insanların başına her iş gelir, demiş. Oğlan, adamın üzgün hâline daha fazla dayanamamış: — Dayı, işin aslına bakarsan bu çocuklar senin torunun, ben de senin damadınım. Kızın da içerde. Adam hem çok şaşırmış hem de çok sevinmiş. Sarım, gürüm derken adam orada on beş, yirmi gün kalmış. — Yavrum, ben artık gideyim. Karım evde yalnız kaldı, demiş. — Baba ne diyeyim, seçim senin. Kızı ağlamış. Adam dönmüş. Üvey anne, kocasını yarı yolda karşılamış. Demiş ki: — Bey, Cemile’yi buldun mu? — Buldum. Üç tane çocuğu olmuş. Çocuklara; Neydik, Neden Neye Kaldık, Tuzsuz adlarını vermiş. Kadın bunları duyunca: — Ben mutlaka Cemile’nin yanına gitmek istiyorum, demiş. Adam karısını ata bindirmiş. Kızın yanına gelmişler. Bu arada kızın, babası gidince bir oğlu olmuş. Annesiyle babası yemişler, içmişler. Kızın yanında epey durmuşlar. Üvey annesi: — Ben Cemile’nin yattığı yerde yatacağım, diye tutturmuş. Yatmış odada, gece kalkmış. Yeni doğan çocuğun gözlerini oymuş. Çocuğun sağ gözünü, annesinin sol cebine; sol gözünü, annesinin sağ cebine koymuş. Çocuğun yüzünü kapatmış. Kızın işi çokmuş, sabahleyin işi bitirdikten sonra çocuğunun yanına gelmiş. Çocuğunun yüzünden örtüyü kaldırmış. Bir de bakmış ki çocuğun gözleri yerinde yokmuş, eli yüzü de kan içindeymiş. Bu durumu gören kız çığlıklar atmış. Feryat figan ağlamış. Kızın feryatlarına üvey annesi, kocası, babası koşup gelmişler. Üvey annesi hemen demiş ki: — Kızın ceplerini arayın. Bu işi kendisi yapmıştır. Oğlan, karısının ceplerini aramış. Üvey annenin koyduğu gözleri bulmuş. — Bu işi sen mi yaptın, demiş karısına. Kız “Ben yapamdım.” dediyse de kimseyi ikna edememiş. Oğlan, kızın da gözünü kör edip götürmüş Kefiküf Dağı’nın arkasına atmış. Günlerden bir gün bey oğlunun biri orada gezerken bakmış ki bir kadın, bir çocuk. İkisinin de gözleri oyulmuş. Bunların başına bir bülbül gelirmiş. Kuş dili ile: — Sağ gözü, sol cebinde; sol gözü, sağ cebinde. Bülbül yuvasında ki sudan sürersen gözleri iyileşir, dermiş.  O bey oğlu da kuş dilinden anlarmış. O bülbülün dediği yere gitmiş. O yuvadan bir avuç su almış. Gelmiş, gözleri takmış. Yalnız sağ gözünü, sol gözüne takmış. Sol gözünü, sağ gözüne takmış. O suyu sürünce kız ayılmış, görmüş. Kız kalkınca çocuğun gözlerini de takmış. Kadın: — Ey insanoğlu! İns misin, cin misin? — Ne inim, ne cinim. Seni, beni yaratan Allah’ın kuluyum. Ben buradan geçiyordum. Bir bülbülün başınızda durup “Sağ gözü, sol cebinde; sol gözü, sağ cebinde.” dediğini duydum. Ben de kuş dilinden anlardım. Getirdim, taktım. Yalnız sağ gözünü, sol gözüne; sol gözünü, sağ gözüne takmışım. Biraz şaşı olmuş. — Olsun, dünyalığımıza kavuştuk. — Allah’ın emriyle bana gelir misin? — Gelirim. — Çocuğunu da seni de kabul ederim, demiş. Bunlar evlenmişler, mutlu bir hayat sürmüşler. Eski eşi, üvey annesi ve babası da ömür boyu vicdan azabıyla yaşamışlar. *egser: Enser, demirciler tarafından dövülerek yapılan köşeli büyük çivi. *helke: Kova. *yalpalamak: Dengesi bozularak sağa sola eğilmek.